Sanki üç yıl kadar yoğun geçen bir üç ay. O kadar yoğun geçti ki, hem çok hızlı, hem çok uzun gibiydi. Üç aylık deneyimimizi iki üç kelimeyle özetlersem “buradaki koşulları algılamaya çalışmak ve yeniden organize olmak” diyebilirim. Hayat çok sadeyken birden bire nasıl karmaşıklaştı? En basit şeyleri bile kısa zamanda organize etmeye çalışmak nasıl zormuş meğer.
Tek bir çatalımız dahi yoktu geldiğimizde. Fark ettim ki, meğer ne bağlıymışım eşyalarıma, alışkanlıklarıma…farkında olmadan edindiğim günlük rutinime. Akşam olunca serildiğim kanepeme, otururken gözden geçirip rastgele elime alıp sayfalarını taradığım kitaplarıma, masa üstünde elli tane dosya duran diz üstü bilgisayarıma, outlookuma, … hele hele mutfak eşyalarıma. Burada voltaj ve prizler değişik, dünyaya inat sanki. Yıllardır kullandığım rondo elimin altında değil… Ada sebze yemeyi reddediyor. Ne yapabilirim? Türkiye’de her şey son teknoloji. Elektrik süpürgesinden, mutfak eşyalarına teknoloji yeni, aletler ergonomik ve pratik. Burada ise anti-pratik ve anti-teknolojik. Elektrik süpürgelerini taşımak için insan üstü bir çaba gerekiyor. Aslında şöyle pratik, süpürme işleminden sonra günlük spor da araya girmiş ve halledilmiş oluyor. Ama biz pek sportif olmadığımızdan, küçücük bir makine bulduk ve gelişmekte olan kaslarımızı tekrar gevşettik. Neyse, uzun lafın kısası ve bu paragrafın özeti şu: meğer ben tüm eşyalarımı ne çok ama ne çok seviyormuşum, ne kadar bağlıymışım da hiç farkında değilmişim… Her şeysiz ve hiç bir şeysiz hissettim.
Ada’nın uyum süreci de var tabii bu duyguların içinde. Ada’nın aylarca eline almadığı ve hiç oynamadığı kimi oyuncaklarının, onlar olmadığında, onun için ne zaman ve nasıl ‘container’ haline gelmiş olduğu anlaşıldı. Koltuğun üstünde duran ve yata yuvarlana TV seyrettiği örtü buraya geldiğinde Ada’nın nasıl sevindiğini görünce, sanat terapisinde çok önemli bir kavram olan ‘contain’ etme özelliğinin, biz farkına varmadan bizi nasıl çevrelediğini öğretti Ada bana. Ada taşındığımız evle ilgili her detayı hatırlıyor. Tüm eşyaları tek tek sayıklıyor, oyuncak kutusunun en dibinde aylarca duran oyuncaklarını istiyor. “O İstanbul’da mı kaldı anne?” diyor. İlk başlarda “bizim evimiz yok mu?” diye sorduğunda, kararımızı sorgulatıyordu bana. “Ben onun adına karar verebilir miyim?” sorusuyla kendi tahakküm alanımı epey bir tarttırdı Ada bana. Babanın yokluğu da üstüne kaymak oldu tabii. Baba en güçlü ve derin ‘container’lardan. Bir sanat aktivitesinde babalarıyla gelen diğer çocukları görünce, ‘ben de babamı istiyorum’ diye tutturdu. Konuşsam da bu, o an yerine getiremeyeceğim bir talep… parka gittik ve dikkatini dağıttık. İşte bir başka kavram daha sanat terapisinden: ‘oyunla decentering’ veeee işe yaradı. Ada önce tatile geldik sandı. Bunun diğer tatillerden farklı olduğunu anlayınca da bir isyan dönemi, her şeye itiraz, bağırmalar, çığlıklar… İngilizce’ye tepkisi büyük oldu…elbette bu bir reorganizasyon dönemi olduğu için de yavaş yavaş kabullendi, güvenlik duygusunu yeniden kazandı ve sonra da her andan keyif almaya kaldığı yerden devam etti. Bu süreç içerisinde Saime ile çabamız ona ev duygusunu geri vermek yolunda oldu. Odasını düzenledik hep beraber birkaç kez, Türkiye’de kalan oyuncaklarından istedik, yanımızda getirdiğimiz oyuncak ve kitapları hep elinin altında oldu. Türkçe CD’ler ve beraber oyuncak alışverişleri… evde hep yemek pişirdim, bazen de birlikte yaptık Ada ile. Odasında piknikler yaptık... Çocukların uyum kapasitesi müthiş olduğu için, Ada şimdi yeni evini seviyor ve ‘an’ın keyfine vara vara yaşıyor. Araya İngilizce cümleler serpiştiriyor (çok güzel ve güçlü bir şekilde NO diyorJ…bazen diğer çocuklarla ne Türkçe, ne İngilizce uydurma bir dil konuşuyor, kendinden o kadar emin konuşuyor ki karşı taraftaki çocuk neden anlamadığına üzülüyorJ
Uzaklaşınca yıllardır sürdürdüğüm yaşamımdan, benim de bakış açım ve değerlendirmem değişti bazı olayları. Yazdığım gibi ‘container’ kavramı kafamda dönüp durdu. Arkadaşlarımın sıcaklığının beni nasıl sarmaladığını fark ettim. Böylece ‘benlik’ ve ‘kimlik’ kavramlarıyla sanki ergenlik çağındaymışım gibi yeniden karşılaştım. Kim söylemişti ‘insan kendini insanda tanır’ diye?…Benlik, çevreyle birlikte kimlikleniyor, bizimki gibi köklü bir yer değiştirmede, çevrede kişinin adına o kimliği ‘tutan’ (hold) ve ‘aynalayan’ kimseler kalmıyor… Ama elbette ‘benlik’siz kalınmıyor. Sadece sayfa yeniden yazılmaya başlanıyor, yeni insanlarla insan kendi duruşuna (presence) dair ve bu duruşun diğerleri üzerindeki etkilerine dair belki daha objektif veri topluyor, geri bildirim alıyor. Çünkü bu yeni duruş (presence) tarihsiz… ‘O (Sıfır)’ noktasından yazılmaya başlıyor. Bu da belirsiz bir süreç. Başı ve sonu yokmuş gibi hissettirdi bana bir ara. ‘Görelilik’ kavramı devreye giriyor. Kişisel tarihim dünyanın başka bir coğrafyasında gömülü, sıfır noktasında ise yeni dış dünyanın bir tarihi var. Bizim buluştuğumuz yerde ise yeniden bir tarih başlıyor. Katmanları çok taze bir tarih. Yani kişisel tarihle birlikte, içinde yaşanılan coğrafyanın da tarihi ‘container’ özelliği alıyor.
Son yıllarımda temas ettiğim tüm arkadaşlarımı çok özlüyorum (ki normal çevremden epey farklı, gittikçe genişleyen dalgalar halinde farklılaşmıştı bu temaslar son yıllarda). Benim için anlamlı olan beraberliklerim rüyalarımda sürüyor. İlginç rüyalarım da oldu, gördüğüm haliyle gerçekleşti rüyalar birkaç gün veya hafta içinde. Rüyalarım biliyor. Hatta bu rüyalar öyle bir hal aldı ki, onlara bilinç altının mesajları dememe bozulur oldular. Biz biliyoruz sen bize alt bilinç diyorsun diyorlar, hatta ‘unconscious’ sözüne daha da bir darılıyorlar. Biz senin ‘bilen’ haliniz, derindeyiz, bekliyoruz, sadece bize geçit ver diyorlar. Bu rüyalar bana haz veriyor, bazen yatmadan önce heyecanlanıyorum ve uykum kaçıyor. Dinliyorum, dağlardan mıdır nedir, tanımlayamadığım, içime doğru sarkacı uzadıkça uzayan bir hali var bu durumumun. Başka türlü bir bilme hali... derin bilme halimle nasıl daha çok bağlantıda kalabilirim?... Bu maili yolladıklarım arasında, cevabı bilenler var…Önerisi olan?
İşte gene yaptım, burayı anlatacaktım güya, tüm alet edevatın nasıl farklı olduğunu, evlerin Türkiye’deki kadar konforlu olmadığını ama dışarıdaki hayatın rahat ve stressiz olduğunu, bu hafta nasıl çok kar yağdığını ve herkesin buna çok şaşırdığını (Vancouver Kanada’nın Antalya’sı gibi, ılıman), bizim nasıl oynadığımızı, dağları, oksijeni, temiz suyu… “AKP’siz hayat, oh ne rahat!” mottomuzu… hayatın sadeliğini. ‘Alan’ (Space) temasını ( ki beni Istanbul’da en çok boğan şey alansızlık olmuştur, dış mekanda alan darlığı evde alan arayışına yöneltiyordu beni…). Neyse, bunları ve burayla ilgili daha fazlasını yazacaktım, gene kaydım içerilere doğru. Ya Songül, şöyle karpuz kavun muhabbeti yapsana diyorum kendime, takıl usul usul çanak çömleğe…fakat aklım ve ruhum bana hep oyun oynuyor. İkna edemiyorum. Şu kavanoz dipli dünyada ne dalıp dalıp da gidiyorum anlamıyorum.
Size benim için önem kazanan başka bir tema daha söylemiş oldum. ‘Alan’… Tam anlamıyla aslında SPACE demek istiyorum. Havada, karada her yerde SPACE var burada. Bu da müthiş rahatlatıcı. İnsanlar Türkiye’deki gibi gece gündüz çalışmıyor. Akşam 5 civarı herkes evde, ki bu bu bile fazla geliyor kimisine. Oksijen ciğerlerini şenlendiriyor insanın. Musluktan su içiliyor, su içmek için merasimle sipariş verilmiyor. Evden dışarı çıkınca rahat rahat yürünüyor, zaten North Vancouver ormanın içinde, yolun kenarında da yürünse, partiküller çarpmıyor suratına suratına insanın. Az yürümeyle şehrin her yerinde çocuk parklarına ulaşılabiliyor. Yeşile gitmek için arabalara atlayıp, CO2 gazı sala sala atmosfere, iki satır toprakla buluşayım telaşı yok. Her yer ağaç. Sincaplar, rakkunlar geziyor ortalıkta. Ama kırsal da değil, şehir yaşamı var burada. Her bölgede müziğin kulakları tırmalamadığı, sigara dumanının ciğerleri boğmadığı keyifli kafeler var. Biz Lynn Valley’deyiz, ki burası şehir merkezine 30-45 dakika mesafede. Dışarı çıkıp sosyalleşebildiğimiz, hem de kalitesi hiç fena olmayan altı-yedi tane kafe ve bilimum restaurant, hatta yürüme mesafesinde iyi de bir bar var. Haaaa….az kalsın unutuyordum. Tüketimi azaltmak ve okumayı artırmak amacıyla her semtte kurulmuş halk kütüphaneleri. Bizimki bizim eve 5 dakika yürüme mesafesinde. Çocuk kitapları bölümünde ne kadar çok kitap var ve aileler çocuklarıyla geliyor-ki biz de dahiliz bu gruba- çocuklar istedikleri gibi kitapları, CDleri karıştırıyor ve istediklerini seçip eve götürüyorlar. Yetişkinlere de müzik CD’leri, filmler, bol kitap var. Ama Ada o kadar çok kitap alıyor ki genellikle bize sıra gelmiyorJ Zaten tez hakkında makaleler okuduğum için roman, vs. pek vaktim olmuyor. Bir de bana alan bolluğu hissettiren Community Center’lar var. Bizim halk evleri projesinin modern uygulaması gibi düşünülebilir. Çok uygun ve ulaşılabilir fiyatlara, sanat atölyeleri (sunulan yelpaze resim kursu, müzik kursunun ötesinde bir anlayışa sahip), spor, seminerler, kişisel gelişim, yoga, meditasyon,…. Burada insanın ‘spiritüel’ olmasından doğal bir şey yok. Bizim pragmatik Türkler dışında insanın “S” halini yadırgayan da yok, özellikle otantik Kanada’lılar ve sonradan Kanada’lı olanların çocukları S halimize seslenen çok sayıda olaya dahil oluyor. Çok Çin’li olması ve çok yerli Kanada’lı olması buna çanak tutuyor. Ama sunulanlara Sufizm de dahil. Rumi diye bilinen Mevlana’nın felsefesi çalışılıyor. Sufizm’i sadece Mevlana’dan ibaret sansalar da, İngilizce çevirilerini büyük keyifle okuyan insanlar mevcut. Bu gruba da daha çok Ermeni’ler ve İran’lılar giriyor. Vancouver’da Humeyni rejiminden kaçmış hatırı sayılır bir İran’lı nüfusu mevcut. Hemen hemen hepsi de Türkiye’nin dağlarını aşarak kaçmışlar, aynı Persepolis filmindeki gibi. Ama elbette buradakiler başarmışlar.
Çok İran’lı ve Ermeni olduğu için kahvaltılık malzeme bulmak sorun olmuyor. Yalnız sebze çok pahalı, lokal üretim yok gibi bir şey. Ben ısrarla pişiriyorum sebze, biliyorsunuz sebzesiz yaşayamam.
Reorganizasyon ve geçiş sürecimizi yumuşatan en önemli etkeni paylaşmadan edemeyeceğim. ‘Yardım’. Hem buraya bizden evvel gelmiş Türk’lerden, hem de diğer insanlardan aldığımız destek müthiş oldu. Öyle bir hal aldı ki, keşke İstanbul’dayken de böyle yaşayabilseydik diye düşündüm. Bu da bir başka tema. Gelen yardım ve destek bize ilaç gibi geliyor. Vancouver sayfasına temiz harfler düşüyor. Biz de, yardım istemeyi öğrendik... İstemediğimiz zamanlarda bile yardım geldi. Çünkü gelen yardımı minnetle karşıladık, teşekkür ettik, tevekkül getirdik. İnsan, insanın halinden anlar mı? Evet, derim bir çırpıda. Bir şeye ihtiyacını var mı? Ya da ‘let me know if you need anything’ en sık duyduğumuz cümleler oldu ve duymak bile yetti bazen.
Şimdi artık düzenimiz oturdu, temel ihtiyaçlarımızın tamamını karşılayacak haldeyiz. Bundan sonrası kendimizi hoş tutmak ve uyum sürecinden, entegrasyon sürecine uzanmak olacak. Ben daha aktif bir halde buradaki yaşama dahil olmak istiyorum. Profesyonel hayatın dinamiklerini anlamaya çalışıyorum. Burada Erickson College diye bir okulda ‘Outcome Oriented and Systemic Coaching’ eğitimi alıyorum, Ocak sonunda bitiyor. Gestalt ve Expressive Arts Therapy kadar tutkulu hissetmiyorum ama pratik ve ayakları yere basan bir yaklaşım. Bir yandan da Expressive Arts Coaching, Consultancy and Education kapsamında tezimi yazmaya başladım. Ha tabii bir de coaching müşterilerim var, çoğu İstanbul’dan, ama burada da iki müşterim var şimdilik. Daha aktif bir çalışma hayatını özlüyorum, yeni kazandıklarımla, yeni deneyimlerimle kendime profesyonel hayatta yumuşak bir yer açabilir miyim diye meraktayım. Niyetim, çabalarım bu yönde. Ekip çalışmasını özlüyorum, beraber ortaya manalı çalışmalar çıkarabileceğim ortaklıklar hayal ediyorum. Daha sık bir frekansta değer üretmeyi ve paylaşmayı arzuluyorum.
Bitirirken, Vancouver’ın çok makbul bir iki özelliğinden daha bahsedeyim. Burada belediye otobüsüne binip, yarım saatte plaja, yine aynı şekilde dağa kaymaya gidilebiliyor. Bütün günü plajda yayılarak geçirirken, çocuklar hemen arkadaki parkta oynayabiliyor. Şanslıysak, bir iki fok da ziyaretimize geliyor, martılar ve kargalar pek insancıl, pikniğimize ortak oluyor. Doğa her yerde cömert, güzelliğini hiç esirgemiyor. Vancouver gördüğüm tüm yerlerin arasında, doğayla şehrin nasıl kaynaşabildiğinin, birbirini hoş tuttuğunun en güzel örneği. Kasaba hayatına mahkum olmadan, şehrin sunduğu kültürel ve sosyal etkinliklere katılarak, hafta sonu şöyle bir ormanda yürüyüşe çıkayım derseniz, buyurun salonda çift yataklı bir kanepemiz var.
Tek bir çatalımız dahi yoktu geldiğimizde. Fark ettim ki, meğer ne bağlıymışım eşyalarıma, alışkanlıklarıma…farkında olmadan edindiğim günlük rutinime. Akşam olunca serildiğim kanepeme, otururken gözden geçirip rastgele elime alıp sayfalarını taradığım kitaplarıma, masa üstünde elli tane dosya duran diz üstü bilgisayarıma, outlookuma, … hele hele mutfak eşyalarıma. Burada voltaj ve prizler değişik, dünyaya inat sanki. Yıllardır kullandığım rondo elimin altında değil… Ada sebze yemeyi reddediyor. Ne yapabilirim? Türkiye’de her şey son teknoloji. Elektrik süpürgesinden, mutfak eşyalarına teknoloji yeni, aletler ergonomik ve pratik. Burada ise anti-pratik ve anti-teknolojik. Elektrik süpürgelerini taşımak için insan üstü bir çaba gerekiyor. Aslında şöyle pratik, süpürme işleminden sonra günlük spor da araya girmiş ve halledilmiş oluyor. Ama biz pek sportif olmadığımızdan, küçücük bir makine bulduk ve gelişmekte olan kaslarımızı tekrar gevşettik. Neyse, uzun lafın kısası ve bu paragrafın özeti şu: meğer ben tüm eşyalarımı ne çok ama ne çok seviyormuşum, ne kadar bağlıymışım da hiç farkında değilmişim… Her şeysiz ve hiç bir şeysiz hissettim.
Ada’nın uyum süreci de var tabii bu duyguların içinde. Ada’nın aylarca eline almadığı ve hiç oynamadığı kimi oyuncaklarının, onlar olmadığında, onun için ne zaman ve nasıl ‘container’ haline gelmiş olduğu anlaşıldı. Koltuğun üstünde duran ve yata yuvarlana TV seyrettiği örtü buraya geldiğinde Ada’nın nasıl sevindiğini görünce, sanat terapisinde çok önemli bir kavram olan ‘contain’ etme özelliğinin, biz farkına varmadan bizi nasıl çevrelediğini öğretti Ada bana. Ada taşındığımız evle ilgili her detayı hatırlıyor. Tüm eşyaları tek tek sayıklıyor, oyuncak kutusunun en dibinde aylarca duran oyuncaklarını istiyor. “O İstanbul’da mı kaldı anne?” diyor. İlk başlarda “bizim evimiz yok mu?” diye sorduğunda, kararımızı sorgulatıyordu bana. “Ben onun adına karar verebilir miyim?” sorusuyla kendi tahakküm alanımı epey bir tarttırdı Ada bana. Babanın yokluğu da üstüne kaymak oldu tabii. Baba en güçlü ve derin ‘container’lardan. Bir sanat aktivitesinde babalarıyla gelen diğer çocukları görünce, ‘ben de babamı istiyorum’ diye tutturdu. Konuşsam da bu, o an yerine getiremeyeceğim bir talep… parka gittik ve dikkatini dağıttık. İşte bir başka kavram daha sanat terapisinden: ‘oyunla decentering’ veeee işe yaradı. Ada önce tatile geldik sandı. Bunun diğer tatillerden farklı olduğunu anlayınca da bir isyan dönemi, her şeye itiraz, bağırmalar, çığlıklar… İngilizce’ye tepkisi büyük oldu…elbette bu bir reorganizasyon dönemi olduğu için de yavaş yavaş kabullendi, güvenlik duygusunu yeniden kazandı ve sonra da her andan keyif almaya kaldığı yerden devam etti. Bu süreç içerisinde Saime ile çabamız ona ev duygusunu geri vermek yolunda oldu. Odasını düzenledik hep beraber birkaç kez, Türkiye’de kalan oyuncaklarından istedik, yanımızda getirdiğimiz oyuncak ve kitapları hep elinin altında oldu. Türkçe CD’ler ve beraber oyuncak alışverişleri… evde hep yemek pişirdim, bazen de birlikte yaptık Ada ile. Odasında piknikler yaptık... Çocukların uyum kapasitesi müthiş olduğu için, Ada şimdi yeni evini seviyor ve ‘an’ın keyfine vara vara yaşıyor. Araya İngilizce cümleler serpiştiriyor (çok güzel ve güçlü bir şekilde NO diyorJ…bazen diğer çocuklarla ne Türkçe, ne İngilizce uydurma bir dil konuşuyor, kendinden o kadar emin konuşuyor ki karşı taraftaki çocuk neden anlamadığına üzülüyorJ
Uzaklaşınca yıllardır sürdürdüğüm yaşamımdan, benim de bakış açım ve değerlendirmem değişti bazı olayları. Yazdığım gibi ‘container’ kavramı kafamda dönüp durdu. Arkadaşlarımın sıcaklığının beni nasıl sarmaladığını fark ettim. Böylece ‘benlik’ ve ‘kimlik’ kavramlarıyla sanki ergenlik çağındaymışım gibi yeniden karşılaştım. Kim söylemişti ‘insan kendini insanda tanır’ diye?…Benlik, çevreyle birlikte kimlikleniyor, bizimki gibi köklü bir yer değiştirmede, çevrede kişinin adına o kimliği ‘tutan’ (hold) ve ‘aynalayan’ kimseler kalmıyor… Ama elbette ‘benlik’siz kalınmıyor. Sadece sayfa yeniden yazılmaya başlanıyor, yeni insanlarla insan kendi duruşuna (presence) dair ve bu duruşun diğerleri üzerindeki etkilerine dair belki daha objektif veri topluyor, geri bildirim alıyor. Çünkü bu yeni duruş (presence) tarihsiz… ‘O (Sıfır)’ noktasından yazılmaya başlıyor. Bu da belirsiz bir süreç. Başı ve sonu yokmuş gibi hissettirdi bana bir ara. ‘Görelilik’ kavramı devreye giriyor. Kişisel tarihim dünyanın başka bir coğrafyasında gömülü, sıfır noktasında ise yeni dış dünyanın bir tarihi var. Bizim buluştuğumuz yerde ise yeniden bir tarih başlıyor. Katmanları çok taze bir tarih. Yani kişisel tarihle birlikte, içinde yaşanılan coğrafyanın da tarihi ‘container’ özelliği alıyor.
Son yıllarımda temas ettiğim tüm arkadaşlarımı çok özlüyorum (ki normal çevremden epey farklı, gittikçe genişleyen dalgalar halinde farklılaşmıştı bu temaslar son yıllarda). Benim için anlamlı olan beraberliklerim rüyalarımda sürüyor. İlginç rüyalarım da oldu, gördüğüm haliyle gerçekleşti rüyalar birkaç gün veya hafta içinde. Rüyalarım biliyor. Hatta bu rüyalar öyle bir hal aldı ki, onlara bilinç altının mesajları dememe bozulur oldular. Biz biliyoruz sen bize alt bilinç diyorsun diyorlar, hatta ‘unconscious’ sözüne daha da bir darılıyorlar. Biz senin ‘bilen’ haliniz, derindeyiz, bekliyoruz, sadece bize geçit ver diyorlar. Bu rüyalar bana haz veriyor, bazen yatmadan önce heyecanlanıyorum ve uykum kaçıyor. Dinliyorum, dağlardan mıdır nedir, tanımlayamadığım, içime doğru sarkacı uzadıkça uzayan bir hali var bu durumumun. Başka türlü bir bilme hali... derin bilme halimle nasıl daha çok bağlantıda kalabilirim?... Bu maili yolladıklarım arasında, cevabı bilenler var…Önerisi olan?
İşte gene yaptım, burayı anlatacaktım güya, tüm alet edevatın nasıl farklı olduğunu, evlerin Türkiye’deki kadar konforlu olmadığını ama dışarıdaki hayatın rahat ve stressiz olduğunu, bu hafta nasıl çok kar yağdığını ve herkesin buna çok şaşırdığını (Vancouver Kanada’nın Antalya’sı gibi, ılıman), bizim nasıl oynadığımızı, dağları, oksijeni, temiz suyu… “AKP’siz hayat, oh ne rahat!” mottomuzu… hayatın sadeliğini. ‘Alan’ (Space) temasını ( ki beni Istanbul’da en çok boğan şey alansızlık olmuştur, dış mekanda alan darlığı evde alan arayışına yöneltiyordu beni…). Neyse, bunları ve burayla ilgili daha fazlasını yazacaktım, gene kaydım içerilere doğru. Ya Songül, şöyle karpuz kavun muhabbeti yapsana diyorum kendime, takıl usul usul çanak çömleğe…fakat aklım ve ruhum bana hep oyun oynuyor. İkna edemiyorum. Şu kavanoz dipli dünyada ne dalıp dalıp da gidiyorum anlamıyorum.
Size benim için önem kazanan başka bir tema daha söylemiş oldum. ‘Alan’… Tam anlamıyla aslında SPACE demek istiyorum. Havada, karada her yerde SPACE var burada. Bu da müthiş rahatlatıcı. İnsanlar Türkiye’deki gibi gece gündüz çalışmıyor. Akşam 5 civarı herkes evde, ki bu bu bile fazla geliyor kimisine. Oksijen ciğerlerini şenlendiriyor insanın. Musluktan su içiliyor, su içmek için merasimle sipariş verilmiyor. Evden dışarı çıkınca rahat rahat yürünüyor, zaten North Vancouver ormanın içinde, yolun kenarında da yürünse, partiküller çarpmıyor suratına suratına insanın. Az yürümeyle şehrin her yerinde çocuk parklarına ulaşılabiliyor. Yeşile gitmek için arabalara atlayıp, CO2 gazı sala sala atmosfere, iki satır toprakla buluşayım telaşı yok. Her yer ağaç. Sincaplar, rakkunlar geziyor ortalıkta. Ama kırsal da değil, şehir yaşamı var burada. Her bölgede müziğin kulakları tırmalamadığı, sigara dumanının ciğerleri boğmadığı keyifli kafeler var. Biz Lynn Valley’deyiz, ki burası şehir merkezine 30-45 dakika mesafede. Dışarı çıkıp sosyalleşebildiğimiz, hem de kalitesi hiç fena olmayan altı-yedi tane kafe ve bilimum restaurant, hatta yürüme mesafesinde iyi de bir bar var. Haaaa….az kalsın unutuyordum. Tüketimi azaltmak ve okumayı artırmak amacıyla her semtte kurulmuş halk kütüphaneleri. Bizimki bizim eve 5 dakika yürüme mesafesinde. Çocuk kitapları bölümünde ne kadar çok kitap var ve aileler çocuklarıyla geliyor-ki biz de dahiliz bu gruba- çocuklar istedikleri gibi kitapları, CDleri karıştırıyor ve istediklerini seçip eve götürüyorlar. Yetişkinlere de müzik CD’leri, filmler, bol kitap var. Ama Ada o kadar çok kitap alıyor ki genellikle bize sıra gelmiyorJ Zaten tez hakkında makaleler okuduğum için roman, vs. pek vaktim olmuyor. Bir de bana alan bolluğu hissettiren Community Center’lar var. Bizim halk evleri projesinin modern uygulaması gibi düşünülebilir. Çok uygun ve ulaşılabilir fiyatlara, sanat atölyeleri (sunulan yelpaze resim kursu, müzik kursunun ötesinde bir anlayışa sahip), spor, seminerler, kişisel gelişim, yoga, meditasyon,…. Burada insanın ‘spiritüel’ olmasından doğal bir şey yok. Bizim pragmatik Türkler dışında insanın “S” halini yadırgayan da yok, özellikle otantik Kanada’lılar ve sonradan Kanada’lı olanların çocukları S halimize seslenen çok sayıda olaya dahil oluyor. Çok Çin’li olması ve çok yerli Kanada’lı olması buna çanak tutuyor. Ama sunulanlara Sufizm de dahil. Rumi diye bilinen Mevlana’nın felsefesi çalışılıyor. Sufizm’i sadece Mevlana’dan ibaret sansalar da, İngilizce çevirilerini büyük keyifle okuyan insanlar mevcut. Bu gruba da daha çok Ermeni’ler ve İran’lılar giriyor. Vancouver’da Humeyni rejiminden kaçmış hatırı sayılır bir İran’lı nüfusu mevcut. Hemen hemen hepsi de Türkiye’nin dağlarını aşarak kaçmışlar, aynı Persepolis filmindeki gibi. Ama elbette buradakiler başarmışlar.
Çok İran’lı ve Ermeni olduğu için kahvaltılık malzeme bulmak sorun olmuyor. Yalnız sebze çok pahalı, lokal üretim yok gibi bir şey. Ben ısrarla pişiriyorum sebze, biliyorsunuz sebzesiz yaşayamam.
Reorganizasyon ve geçiş sürecimizi yumuşatan en önemli etkeni paylaşmadan edemeyeceğim. ‘Yardım’. Hem buraya bizden evvel gelmiş Türk’lerden, hem de diğer insanlardan aldığımız destek müthiş oldu. Öyle bir hal aldı ki, keşke İstanbul’dayken de böyle yaşayabilseydik diye düşündüm. Bu da bir başka tema. Gelen yardım ve destek bize ilaç gibi geliyor. Vancouver sayfasına temiz harfler düşüyor. Biz de, yardım istemeyi öğrendik... İstemediğimiz zamanlarda bile yardım geldi. Çünkü gelen yardımı minnetle karşıladık, teşekkür ettik, tevekkül getirdik. İnsan, insanın halinden anlar mı? Evet, derim bir çırpıda. Bir şeye ihtiyacını var mı? Ya da ‘let me know if you need anything’ en sık duyduğumuz cümleler oldu ve duymak bile yetti bazen.
Şimdi artık düzenimiz oturdu, temel ihtiyaçlarımızın tamamını karşılayacak haldeyiz. Bundan sonrası kendimizi hoş tutmak ve uyum sürecinden, entegrasyon sürecine uzanmak olacak. Ben daha aktif bir halde buradaki yaşama dahil olmak istiyorum. Profesyonel hayatın dinamiklerini anlamaya çalışıyorum. Burada Erickson College diye bir okulda ‘Outcome Oriented and Systemic Coaching’ eğitimi alıyorum, Ocak sonunda bitiyor. Gestalt ve Expressive Arts Therapy kadar tutkulu hissetmiyorum ama pratik ve ayakları yere basan bir yaklaşım. Bir yandan da Expressive Arts Coaching, Consultancy and Education kapsamında tezimi yazmaya başladım. Ha tabii bir de coaching müşterilerim var, çoğu İstanbul’dan, ama burada da iki müşterim var şimdilik. Daha aktif bir çalışma hayatını özlüyorum, yeni kazandıklarımla, yeni deneyimlerimle kendime profesyonel hayatta yumuşak bir yer açabilir miyim diye meraktayım. Niyetim, çabalarım bu yönde. Ekip çalışmasını özlüyorum, beraber ortaya manalı çalışmalar çıkarabileceğim ortaklıklar hayal ediyorum. Daha sık bir frekansta değer üretmeyi ve paylaşmayı arzuluyorum.
Bitirirken, Vancouver’ın çok makbul bir iki özelliğinden daha bahsedeyim. Burada belediye otobüsüne binip, yarım saatte plaja, yine aynı şekilde dağa kaymaya gidilebiliyor. Bütün günü plajda yayılarak geçirirken, çocuklar hemen arkadaki parkta oynayabiliyor. Şanslıysak, bir iki fok da ziyaretimize geliyor, martılar ve kargalar pek insancıl, pikniğimize ortak oluyor. Doğa her yerde cömert, güzelliğini hiç esirgemiyor. Vancouver gördüğüm tüm yerlerin arasında, doğayla şehrin nasıl kaynaşabildiğinin, birbirini hoş tuttuğunun en güzel örneği. Kasaba hayatına mahkum olmadan, şehrin sunduğu kültürel ve sosyal etkinliklere katılarak, hafta sonu şöyle bir ormanda yürüyüşe çıkayım derseniz, buyurun salonda çift yataklı bir kanepemiz var.
Evden, Ege'den uzak yaşamın en içten şekilde anlatımı...Yıllar önce Araf beni acıtmıştı okurken. Bu acıtmadı, sadece anlatımın gücü beni çook eskilere, o günlere götürdü.
ReplyDeleteHerşey daha kolaylaşacak ve güzelleşecek, zamanla...
En güzel devremize girmek üzeresiniz. Çok sevindim Vancouver'ı benimsediğinize.
ReplyDeleteEn yakın zamanda hedeflerinize ulaşmanız dileğiyle.
Burada sayfada ister istemez insanın ziyaretci havasında yazası geliyor ama nerde o gevrek simitler ve taze akdeniz balığı diyesi de geliyor :)
Umarım bizim iç zenginliğin ile Vancouverdaki insanlara da yardımcı olma fırsatın olur çok yakında.
Çok teşekkürler,temennilerinize ve paylaşımınıza.
ReplyDeleteBen de umuyorum.
Ege ve Akdeniz'in balığını da özledim tabii ama en çok hamsiyi ve kendi yaptığım hamsili pilavı özledim:)