23 Ocak 2008
Yürüyordum geçenlerde Boğaz kıyısında, Yeniköy-Tarabya hattı boyunca. Denizin tuzlu yosun kokusunu içime çekmek, mavisiyle dinlenmek, rüzgarını nefesime katmak istemiştim. Düşünüyordum bir yandan da içinde bulunduğumuz şu dönemi, kaygılarımı… Elime gazeteyi almak istemeyişimi, televizyona bakamadığımı. “Dünya ekonomisi çalkalanıyor, ülkenin bir yerinde savaş yaşanıyor, her yerde türban, TV’de, sokakta…ekonomi balık sırtında… vs…vs…” Bu eğitimimle ve bunca yıllık iş tecrübemle geçim ve topyekün bir gelecek kaygısı sarmış her yanımı. Sorular…sorular… “Geçinebilecek miyiz, kızım için endişelenmeli miyim, yarınımız ne olacak? Solunum organlarımızla, ruhumuzla, düşüncelerimizle- yarın- nefes alabilecek miyiz?”
Ben bir çıkış yolu bulmakta zorlanırken, hal böyleyken, hiç donanım edinememiş, edinme şansı olmamış insanlar ne yapsın dedim kendi kendime. Hoş, öyle bir devirde yaşıyoruz ki, donanımın benim yetiştiriliş tarzımdaki anlamı tamamen farklılaştı son dönemde. Daha kolay donanım sahibi olunabiliyor gibi gözüküyor benim bulunduğum yerden. Günümüzde donanım sahibi olmanın daha yenilikçi(!) bir yaklaşımı var gibi sanki. Her şeyin hızla değiştiği, tüm kavramların kendinden uzaklaştığı, başka bir yerlere göç ettiği bir devir bu. Çocukluğumda, öğretmenlerimin, ailemin, sokaktaki arkadaşlarımın öğrettiği kavramların ağızlardaki ifadesini, gazetelerdeki köşe kapmacasını hayretle izler oldum. Bir uyumsuzluk yaşıyorum genel akışa, kendimi dışarıda kalmış gibi hissettiğim durumlar da giderek sıklaşıyor.
Bu şekilde serbest dolaşım halindeyken, rüzgar zihnime iyi geliyor, kötümser düşüncelerimi savuruyordu oraya buraya…sanki aklımı başıma getirmeye çalışıyordu, halen güzelliklerin de var olduğunu hatırlatmaya çalışıyordu bana. Ben de varım…bak hayat bir paradoks …beni de gör… beni de hisset… O sırada martının biri gözümün önünde koca bir zarganayı kaptığı gibi denizden, havalandı. Anında öbür martılar da yetiştiler, bir heyecanlı yarıştır başladı. Hepsi onun ağzındaki zargananın peşine düştü Öyle var gücüyle çırpıyordu ki kanatlarını zavallı martı, yetmiyordu. Bir ara düşürdü balığını, hemen tekrar yakaladı, ama bir türlü öbür martıları defedemedi. . Güneşte yana döne parlıyordu zargana, parladıkça benim bile iştahımı kabarttı, evi aradım, akşama balık mı yesek diye. Bir süre izledim martıların bağrış çığırış yarışlarını, eğlendim, sonra devam ettim, gönlüm dayanmadı bu heyecana daha fazla. Hemen aklıma gelen çağrışım adalet ve hak kavramları oldu. “Bırakın onu” dedi içimdeki ses, “o yakaladı, onun hakkı”... Ama gördüm ki, martılar cemiyetinde bu kavramlar pek soyut, karın doyurmuyor, o an ise tek öncelik karın doyurmak.
Düşünmeye devam ettim. Kendime bir neden ararken, evren önüme koyuvermişti sahneyi olduğu gibi, hiç kostümsüz ve makyajsız. Eh, hala anlamazsan artık, yuh olsun sana der gibi alay ediyordu sanki benimle. Dedi ki iç sesim : “bak, doğal hayatta kim kaparsa, o götürüyor, görmüyor musun?”. O gün martılardan öğrendim bu en basit dersi, ama hayvanlar alemi bunun çeşit çeşit örnekleriyle dolu. Dedi ki o gün martılar bana, hem de çığlık çığlığa: “Bu kavramlar, insanlar tarafından edinilmiş, geliştirilmiş. Bizim dünyamızda yok ki bir karşılıkları!...”
Gözüme bunca soktuktan sonra bu metaforu martılar, anladım ki onlar haklıydı. Adalet, hak, hukuk, saygı, empati gibi kavramlar açken pek işe yaramıyor, hayvanlar aleminde hiç yerleri yok. Peki insanoğlu martıların kap götür davranışına daha mı yakın hissediyor kendisini ve doğasına geri mi dönmeye çalışıyor bugünün dünyasında? Yoksa şöyle mi demeli: En temel yaşamsal ihtiyaçlarımıza kavuşamadığımız zaman, insanın gözü kararır ve artık geri kalan her şey manasızdır.
No comments:
Post a Comment