Koçluk hakkında özet bilgi:Koçluk, bugünle ilgili sorunları çözmek ve gelişim yolunda odaklanırken, tercih edilen bir yarın vizyonuna doğru yol almaktır. Koçluk, terapi değildir. Koçluk geçmişle ilgilenmez, şimdiden geleceğe yönelik ilerlemeyi amaçlar.
- Kendinizi stres ve baskı altında hissediyorsanız…
- Üzerinizde çok fazla yük varsa, zaman yetmiyorsa…
- Hem kariyerinizde, hem özel hayatınızda daha iyi performans gösterebileceğinizi biliyorsanız…
- Kariyer seçimi aşamasındaysanız ve nereye doğru yol alacağınızı bulamıyorsanız…
- İşinizden mutsuzsanız ve enerjinizi başka kanallara yönlendirme konusunda destek arıyorsanız…
- Özel ilişkilerinizi gözden geçirmek istiyorsanız…
- İş ve özel yaşam dengesi kurmak istiyorsanız…
- Aynı konularda takılıyorsanız, bu konuların sizi engellediğini düşünüyorsanız…
- Çocuğunuz sınav stresi ile bocalıyorsa…
- Çözmek ve yoğunlaşmak, geliştirmek istediğiniz başka konular var ise…
Özetle, “kendinize yatırım yapmak ve bu yönde adım atmak istiyorsanız”, koçluk aradığınız şeydir.
Daha fazla bilgi için:
Songül Vardar :
songulv@gmail.com
songul@expressivearts.biz
Songül Vardar, MAPS
Songül Vardar, yaşam boyu gelişime inanmakta; kişinin kendisi için gerekli olan tüm kapasiteye ve kaynaklara sahip olduğunu düşünmektedir. Koçluk yaptığı kişileri de bu inançla desteklemekte ve kendi destek sistemlerini harekete geçirip güçlendirmeleri yolunda onları motive etmektedir. Koçluk anlayışının temelinde “Hümanist” bir dünya görüşü ve global bir anlayış yer almaktadır. Gestalt yaklaşımı, Sistem teorisi, İfadesel Sanatlar terapi- koçluk- danışmanlık disiplinleri, NLP ve Solution Focused Coaching teorileri bu anlayışı desteklemektedir. Her insanın biricik ve kendine özgülüğüne inanan Songül Vardar, bu yüzden sabit bir yaklaşımı benimsememekte, her yeni kişiyle temiz bir sayfa açıp yeniden başlamaktadır. Koçluk yaptığı kişiler arasında kariyer arayışı veya değişimi içinde olanlar, daha iyi bir profesyonel iş performansını hedefleyenler, ilişkilerini geliştirmek isteyenler, belirli bir sorunu çözmek (stres, depresyon, özgüven gelişimi, ayrılık sonrası bocalama, motivasyon eksikliği, aynı konularda takılmak, enerjisizlik, verimlilik eksikliği, vb) isteyenler ağırlıktadır.
ODTÜ Kamu Yönetimi (1993)‘den mezun oldu. 13 yıla yakın bir süre yerel ve uluslar arası şirketlerde Pazarlama ve Reklam departmanlarında Ürün ve Marka Müdürlüğü, Grup Direktörlüğü yaptı. Pek çok yerel ve yabancı markanın çeşitli kampanyalarının yaratılması, planlanması, yürütülmesi süreçlerini yönetti. Çoğulcu ve disiplinler arası bir profesyonel anlayışa sahip olduğundan, reklamcılığı sürdürürken Biyoenerji eğitimine başladı. Bu sürede kişisel gelişim ve değişim yolculuğu da başladı. İki yıllık Gestalt eğitiminin yanı sıra, İsviçre’de İfadesel Sanat Terapisi ve Sosyal Değişim yüksek lisans programını tamamladı. Meslek dönüşümü de böylece hızlanmış oldu. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Psikopatoloji dersini aldı. İfadesel sanat terapisi, bireysel koçluk, profesyonel eğitimler, atölye ve grup çalışmaları, sosyal projeler derken, gittikçe zenginleşen ve genişleyen hayatını, yeni bağlantılar sayesinde, Vancouver-Kanada’ya taşınma kararı takip etti. Vancouver’da Sanat terapisti olarak çalıştı. Vancouver Art Therapy Institute’da Terapi Etikleri ve Grup Terapisi eğitimlerinin yanı sıra, grup süpervizyonu aldı. Daha sonra Vancouver Erickson College Solution Focused and Systemic Coaching programını tamamladı.
Halen Vancouver’da yaşamakta, koçluğun yanı sıra Vancouver’daki diğer koçlara pazarlama danışmanlığı yapmakta ve kişisel gelişim workshopları düzenlemektedir.
Fark ettim ki hayat neredeyse iş-ev-aile içinde rutinde dönüyor. Bu bende ve bir sürü çalışan annede mecburen bir konfor alanı yaratıyor... bir bakmışız fazla normal insanlarız! Konfor alanlarımız içinde çocuğumuz, işimiz, evimiz, kocamız... bir kaç arkadaş (şanslıysak matrak) dışında kaptırmışız 3. viteste pek risk almadan sürüyoruz hayatı bir yerlere.
Thursday, January 29, 2009
Wednesday, January 14, 2009
AÇIK FELSEFEM
Kendimizi verimli ve etkin kılmak için, hatıralarımızdan değil; hayal gücümüzden güç alabiliriz.
Hayal gücümüz bizi geleceğe taşır, hatırlar da enerjimizi geçmişe yönlendirir.
Hatıralarımız da asılı resimler değil duvarda, deneyimlerimizdir. Bu yüzden yaşarken ve yaşadıktan sonraki farkındalık, süreci süzmek ve değerlendirme becerisi insanı etkin kılar. Sürekli geçmişe dönmek ve kilitlenmekse, insanın var olan potansiyelini geriye dönük kullanmasına neden olur.
Geçmişinizi rahat bırakın, hayal kapasitenizle ufkunuza yer açın!
Hayal gücümüz bizi geleceğe taşır, hatırlar da enerjimizi geçmişe yönlendirir.
Hatıralarımız da asılı resimler değil duvarda, deneyimlerimizdir. Bu yüzden yaşarken ve yaşadıktan sonraki farkındalık, süreci süzmek ve değerlendirme becerisi insanı etkin kılar. Sürekli geçmişe dönmek ve kilitlenmekse, insanın var olan potansiyelini geriye dönük kullanmasına neden olur.
Geçmişinizi rahat bırakın, hayal kapasitenizle ufkunuza yer açın!
Friday, January 2, 2009
Kaza mı, hayır mı?
Haziran 2008
Annemle babamın epey geç bir döneminde, bizden geçti artık dedikleri yaşta, kazara hamile kalmış annem bana. Çok veryansın etmiş onca çocuktan sonra, hiç mi hiç niyetleri yokmuş yenisine. En büyük ablam da kıyametleri koparmış, aklının yeterince erdiğinden, çok utanmış yaşlı annesinin hamile kalmasından ve de onca maddi sıkıntı arasında aileye küçük bir kardeş gelmesi fikrinden. Bu kaygılar arasında annemin nadiren uyuduğu gecelerden birinde, rüyasına ak sakallı, nur yüzlü bir dede girmiş. Anneme, benim onlara gönderilmiş bir hediye olduğumu ve gelecekte de tüm ailenin yüzünü güldürecek hayırlı bir evlat olacağımı söylemiş. Sabah olunca, annem babama anlatmış rüyayı. Dini bütün iki insan olduklarından, uğurlu geleceğime kanaat getirmişler ve beni hayata bağışlamışlar. Eve getirildiğim andan itibaren ise, ablamın biricik minik sevgilisi olmuşum. Çocukluğum boyunca da hep öyle devam etti bu sevgililik durumu. Benden 11 yaş büyük olan ablam ikinci annem gibiydi, bana elbiseler diker, her gün okuldan eve gelirken ekler pasta getirirdi minik kardeşine. Pencerede, heyecanla beklerdim gelişini.
Artık büyüdüğümüz yıllarda, hiç çocuk yapmama sözü verdiğim bir arkadaşımın eşiyle gittiği Rodos gezisinde, uzoların bereketinden olsa gerek, kaza eseri hamile kalması beni nasıl hayal kırıklığına uğratmıştı anlatamam. Çağla bebek doğduktan sonra ise, böyle hissettiğim için utandırmıştı beni, hepimizin gönlünü çelmiş, içimize anne şefkati tohumlarını serpe serpe büyümüştü.
Çağla’nın kazara döllenmesinden tam beş yıl sonra, hiç planlamadığımız bir esnada, bizim de başımıza aynı kazanın geldiğini anladığımızda iş işten geçmiş; yaş kemale ermişti. Durumu kabullenmekten başka çare yoktu. Kızım Ada dünyaya geldi, hayatımızın en büyük armağanı, yaşama sevincimiz oldu.
Bir kaza sonradan hayra dönüşebilir mi?
Eğer onu hayra yorma becerisine sahip insanlar varsa ancak diye yanıtlayabilirim bu soruyu. Tüm hayatım boyunca, çevremde güzellikleri ve iyilikleri görebilen insanlar olması için özen gösterdim. Bunda da başarılı oldum. Ben, arkadaşlarım ve ailem yeterli manevra kabiliyetine sahip olmasaydık, başımıza gelen kazaları birer ceza olarak görseydik sadece, hayatlarımızın nice fırsatını kaçırmış ahmaklar olmaya mahkum yaşamlar sürüyor olacaktık.
Hep kötü çağrışımları içerdiğinden kaza, içerdiği olası iyimser mesajlar ihmal ediliyor bence. Güzel kazalar da gelir insanın başına. Herkesin ya böyle kazaları ya da hataları olmuştur. İfadesel Sanat Terapisi münasebetiyle konuyla yakından ilgili olduğumdan, güzel kaza deyince, hemen aklıma sanat geliyor. Sanatta kazalar çok değerli olabiliyor. Kaza eseri tuvale dökülen bir boya ya da yanlış bir fırça darbesi, resmi resim yapan temel unsur haline, belki de tarihte kendisine yer edinecek bir konuma yerleşebiliyor. Bir sanat atölyesi, bu anlamda, insana en geniş özgürlüğü tanıyan yerdir. Genellikle hata yapmaktan korkarız. Aman başımıza bir kaza gelmesin, her şey planlandığı gibi gitsin isteriz. Oysa ki atölyenin kapısından içeri girdiğiniz andan itibaren, ben diyorum ki, tersine dünyayı yaşama özgürlüğünüz var. Bol bol hata yapın, koyverin kendinizi. Hata yapma özgürlüğünüzün belki de kısıtlanmadığı tek yerdir atölye. Özgürleştiricidir bu yönüyle. Korkunun karşısına dikiliverir bu özgürlük, öyle ya, insan özgürleştiği oranda korkularından arınır! Hatalarımızın üzerine sonradan düşünürüz belki. Orada yatan gizli anlamları konuştururuz, ama resmi yaparken sürece kendimizi kaptırır, sadece içten geleni yaşar, çocuksu oyun haliyetimizi yeniden ve yeniden canlandırırız.
Ben sanattan örnek verdim ve hayatın yaratma gücünden. Sizlerin de çok örneği vardır, biraz düşününce bulacaksınız. Bir kaza bizim için pek çok hayır içerebilir. Yeter ki, hayra yorma becerisine sahip olalım.
Annemle babamın epey geç bir döneminde, bizden geçti artık dedikleri yaşta, kazara hamile kalmış annem bana. Çok veryansın etmiş onca çocuktan sonra, hiç mi hiç niyetleri yokmuş yenisine. En büyük ablam da kıyametleri koparmış, aklının yeterince erdiğinden, çok utanmış yaşlı annesinin hamile kalmasından ve de onca maddi sıkıntı arasında aileye küçük bir kardeş gelmesi fikrinden. Bu kaygılar arasında annemin nadiren uyuduğu gecelerden birinde, rüyasına ak sakallı, nur yüzlü bir dede girmiş. Anneme, benim onlara gönderilmiş bir hediye olduğumu ve gelecekte de tüm ailenin yüzünü güldürecek hayırlı bir evlat olacağımı söylemiş. Sabah olunca, annem babama anlatmış rüyayı. Dini bütün iki insan olduklarından, uğurlu geleceğime kanaat getirmişler ve beni hayata bağışlamışlar. Eve getirildiğim andan itibaren ise, ablamın biricik minik sevgilisi olmuşum. Çocukluğum boyunca da hep öyle devam etti bu sevgililik durumu. Benden 11 yaş büyük olan ablam ikinci annem gibiydi, bana elbiseler diker, her gün okuldan eve gelirken ekler pasta getirirdi minik kardeşine. Pencerede, heyecanla beklerdim gelişini.
Artık büyüdüğümüz yıllarda, hiç çocuk yapmama sözü verdiğim bir arkadaşımın eşiyle gittiği Rodos gezisinde, uzoların bereketinden olsa gerek, kaza eseri hamile kalması beni nasıl hayal kırıklığına uğratmıştı anlatamam. Çağla bebek doğduktan sonra ise, böyle hissettiğim için utandırmıştı beni, hepimizin gönlünü çelmiş, içimize anne şefkati tohumlarını serpe serpe büyümüştü.
Çağla’nın kazara döllenmesinden tam beş yıl sonra, hiç planlamadığımız bir esnada, bizim de başımıza aynı kazanın geldiğini anladığımızda iş işten geçmiş; yaş kemale ermişti. Durumu kabullenmekten başka çare yoktu. Kızım Ada dünyaya geldi, hayatımızın en büyük armağanı, yaşama sevincimiz oldu.
Bir kaza sonradan hayra dönüşebilir mi?
Eğer onu hayra yorma becerisine sahip insanlar varsa ancak diye yanıtlayabilirim bu soruyu. Tüm hayatım boyunca, çevremde güzellikleri ve iyilikleri görebilen insanlar olması için özen gösterdim. Bunda da başarılı oldum. Ben, arkadaşlarım ve ailem yeterli manevra kabiliyetine sahip olmasaydık, başımıza gelen kazaları birer ceza olarak görseydik sadece, hayatlarımızın nice fırsatını kaçırmış ahmaklar olmaya mahkum yaşamlar sürüyor olacaktık.
Hep kötü çağrışımları içerdiğinden kaza, içerdiği olası iyimser mesajlar ihmal ediliyor bence. Güzel kazalar da gelir insanın başına. Herkesin ya böyle kazaları ya da hataları olmuştur. İfadesel Sanat Terapisi münasebetiyle konuyla yakından ilgili olduğumdan, güzel kaza deyince, hemen aklıma sanat geliyor. Sanatta kazalar çok değerli olabiliyor. Kaza eseri tuvale dökülen bir boya ya da yanlış bir fırça darbesi, resmi resim yapan temel unsur haline, belki de tarihte kendisine yer edinecek bir konuma yerleşebiliyor. Bir sanat atölyesi, bu anlamda, insana en geniş özgürlüğü tanıyan yerdir. Genellikle hata yapmaktan korkarız. Aman başımıza bir kaza gelmesin, her şey planlandığı gibi gitsin isteriz. Oysa ki atölyenin kapısından içeri girdiğiniz andan itibaren, ben diyorum ki, tersine dünyayı yaşama özgürlüğünüz var. Bol bol hata yapın, koyverin kendinizi. Hata yapma özgürlüğünüzün belki de kısıtlanmadığı tek yerdir atölye. Özgürleştiricidir bu yönüyle. Korkunun karşısına dikiliverir bu özgürlük, öyle ya, insan özgürleştiği oranda korkularından arınır! Hatalarımızın üzerine sonradan düşünürüz belki. Orada yatan gizli anlamları konuştururuz, ama resmi yaparken sürece kendimizi kaptırır, sadece içten geleni yaşar, çocuksu oyun haliyetimizi yeniden ve yeniden canlandırırız.
Ben sanattan örnek verdim ve hayatın yaratma gücünden. Sizlerin de çok örneği vardır, biraz düşününce bulacaksınız. Bir kaza bizim için pek çok hayır içerebilir. Yeter ki, hayra yorma becerisine sahip olalım.
Boğaz'da yürüyüş
23 Ocak 2008
Yürüyordum geçenlerde Boğaz kıyısında, Yeniköy-Tarabya hattı boyunca. Denizin tuzlu yosun kokusunu içime çekmek, mavisiyle dinlenmek, rüzgarını nefesime katmak istemiştim. Düşünüyordum bir yandan da içinde bulunduğumuz şu dönemi, kaygılarımı… Elime gazeteyi almak istemeyişimi, televizyona bakamadığımı. “Dünya ekonomisi çalkalanıyor, ülkenin bir yerinde savaş yaşanıyor, her yerde türban, TV’de, sokakta…ekonomi balık sırtında… vs…vs…” Bu eğitimimle ve bunca yıllık iş tecrübemle geçim ve topyekün bir gelecek kaygısı sarmış her yanımı. Sorular…sorular… “Geçinebilecek miyiz, kızım için endişelenmeli miyim, yarınımız ne olacak? Solunum organlarımızla, ruhumuzla, düşüncelerimizle- yarın- nefes alabilecek miyiz?”
Ben bir çıkış yolu bulmakta zorlanırken, hal böyleyken, hiç donanım edinememiş, edinme şansı olmamış insanlar ne yapsın dedim kendi kendime. Hoş, öyle bir devirde yaşıyoruz ki, donanımın benim yetiştiriliş tarzımdaki anlamı tamamen farklılaştı son dönemde. Daha kolay donanım sahibi olunabiliyor gibi gözüküyor benim bulunduğum yerden. Günümüzde donanım sahibi olmanın daha yenilikçi(!) bir yaklaşımı var gibi sanki. Her şeyin hızla değiştiği, tüm kavramların kendinden uzaklaştığı, başka bir yerlere göç ettiği bir devir bu. Çocukluğumda, öğretmenlerimin, ailemin, sokaktaki arkadaşlarımın öğrettiği kavramların ağızlardaki ifadesini, gazetelerdeki köşe kapmacasını hayretle izler oldum. Bir uyumsuzluk yaşıyorum genel akışa, kendimi dışarıda kalmış gibi hissettiğim durumlar da giderek sıklaşıyor.
Bu şekilde serbest dolaşım halindeyken, rüzgar zihnime iyi geliyor, kötümser düşüncelerimi savuruyordu oraya buraya…sanki aklımı başıma getirmeye çalışıyordu, halen güzelliklerin de var olduğunu hatırlatmaya çalışıyordu bana. Ben de varım…bak hayat bir paradoks …beni de gör… beni de hisset… O sırada martının biri gözümün önünde koca bir zarganayı kaptığı gibi denizden, havalandı. Anında öbür martılar da yetiştiler, bir heyecanlı yarıştır başladı. Hepsi onun ağzındaki zargananın peşine düştü Öyle var gücüyle çırpıyordu ki kanatlarını zavallı martı, yetmiyordu. Bir ara düşürdü balığını, hemen tekrar yakaladı, ama bir türlü öbür martıları defedemedi. . Güneşte yana döne parlıyordu zargana, parladıkça benim bile iştahımı kabarttı, evi aradım, akşama balık mı yesek diye. Bir süre izledim martıların bağrış çığırış yarışlarını, eğlendim, sonra devam ettim, gönlüm dayanmadı bu heyecana daha fazla. Hemen aklıma gelen çağrışım adalet ve hak kavramları oldu. “Bırakın onu” dedi içimdeki ses, “o yakaladı, onun hakkı”... Ama gördüm ki, martılar cemiyetinde bu kavramlar pek soyut, karın doyurmuyor, o an ise tek öncelik karın doyurmak.
Düşünmeye devam ettim. Kendime bir neden ararken, evren önüme koyuvermişti sahneyi olduğu gibi, hiç kostümsüz ve makyajsız. Eh, hala anlamazsan artık, yuh olsun sana der gibi alay ediyordu sanki benimle. Dedi ki iç sesim : “bak, doğal hayatta kim kaparsa, o götürüyor, görmüyor musun?”. O gün martılardan öğrendim bu en basit dersi, ama hayvanlar alemi bunun çeşit çeşit örnekleriyle dolu. Dedi ki o gün martılar bana, hem de çığlık çığlığa: “Bu kavramlar, insanlar tarafından edinilmiş, geliştirilmiş. Bizim dünyamızda yok ki bir karşılıkları!...”
Gözüme bunca soktuktan sonra bu metaforu martılar, anladım ki onlar haklıydı. Adalet, hak, hukuk, saygı, empati gibi kavramlar açken pek işe yaramıyor, hayvanlar aleminde hiç yerleri yok. Peki insanoğlu martıların kap götür davranışına daha mı yakın hissediyor kendisini ve doğasına geri mi dönmeye çalışıyor bugünün dünyasında? Yoksa şöyle mi demeli: En temel yaşamsal ihtiyaçlarımıza kavuşamadığımız zaman, insanın gözü kararır ve artık geri kalan her şey manasızdır.
Yürüyordum geçenlerde Boğaz kıyısında, Yeniköy-Tarabya hattı boyunca. Denizin tuzlu yosun kokusunu içime çekmek, mavisiyle dinlenmek, rüzgarını nefesime katmak istemiştim. Düşünüyordum bir yandan da içinde bulunduğumuz şu dönemi, kaygılarımı… Elime gazeteyi almak istemeyişimi, televizyona bakamadığımı. “Dünya ekonomisi çalkalanıyor, ülkenin bir yerinde savaş yaşanıyor, her yerde türban, TV’de, sokakta…ekonomi balık sırtında… vs…vs…” Bu eğitimimle ve bunca yıllık iş tecrübemle geçim ve topyekün bir gelecek kaygısı sarmış her yanımı. Sorular…sorular… “Geçinebilecek miyiz, kızım için endişelenmeli miyim, yarınımız ne olacak? Solunum organlarımızla, ruhumuzla, düşüncelerimizle- yarın- nefes alabilecek miyiz?”
Ben bir çıkış yolu bulmakta zorlanırken, hal böyleyken, hiç donanım edinememiş, edinme şansı olmamış insanlar ne yapsın dedim kendi kendime. Hoş, öyle bir devirde yaşıyoruz ki, donanımın benim yetiştiriliş tarzımdaki anlamı tamamen farklılaştı son dönemde. Daha kolay donanım sahibi olunabiliyor gibi gözüküyor benim bulunduğum yerden. Günümüzde donanım sahibi olmanın daha yenilikçi(!) bir yaklaşımı var gibi sanki. Her şeyin hızla değiştiği, tüm kavramların kendinden uzaklaştığı, başka bir yerlere göç ettiği bir devir bu. Çocukluğumda, öğretmenlerimin, ailemin, sokaktaki arkadaşlarımın öğrettiği kavramların ağızlardaki ifadesini, gazetelerdeki köşe kapmacasını hayretle izler oldum. Bir uyumsuzluk yaşıyorum genel akışa, kendimi dışarıda kalmış gibi hissettiğim durumlar da giderek sıklaşıyor.
Bu şekilde serbest dolaşım halindeyken, rüzgar zihnime iyi geliyor, kötümser düşüncelerimi savuruyordu oraya buraya…sanki aklımı başıma getirmeye çalışıyordu, halen güzelliklerin de var olduğunu hatırlatmaya çalışıyordu bana. Ben de varım…bak hayat bir paradoks …beni de gör… beni de hisset… O sırada martının biri gözümün önünde koca bir zarganayı kaptığı gibi denizden, havalandı. Anında öbür martılar da yetiştiler, bir heyecanlı yarıştır başladı. Hepsi onun ağzındaki zargananın peşine düştü Öyle var gücüyle çırpıyordu ki kanatlarını zavallı martı, yetmiyordu. Bir ara düşürdü balığını, hemen tekrar yakaladı, ama bir türlü öbür martıları defedemedi. . Güneşte yana döne parlıyordu zargana, parladıkça benim bile iştahımı kabarttı, evi aradım, akşama balık mı yesek diye. Bir süre izledim martıların bağrış çığırış yarışlarını, eğlendim, sonra devam ettim, gönlüm dayanmadı bu heyecana daha fazla. Hemen aklıma gelen çağrışım adalet ve hak kavramları oldu. “Bırakın onu” dedi içimdeki ses, “o yakaladı, onun hakkı”... Ama gördüm ki, martılar cemiyetinde bu kavramlar pek soyut, karın doyurmuyor, o an ise tek öncelik karın doyurmak.
Düşünmeye devam ettim. Kendime bir neden ararken, evren önüme koyuvermişti sahneyi olduğu gibi, hiç kostümsüz ve makyajsız. Eh, hala anlamazsan artık, yuh olsun sana der gibi alay ediyordu sanki benimle. Dedi ki iç sesim : “bak, doğal hayatta kim kaparsa, o götürüyor, görmüyor musun?”. O gün martılardan öğrendim bu en basit dersi, ama hayvanlar alemi bunun çeşit çeşit örnekleriyle dolu. Dedi ki o gün martılar bana, hem de çığlık çığlığa: “Bu kavramlar, insanlar tarafından edinilmiş, geliştirilmiş. Bizim dünyamızda yok ki bir karşılıkları!...”
Gözüme bunca soktuktan sonra bu metaforu martılar, anladım ki onlar haklıydı. Adalet, hak, hukuk, saygı, empati gibi kavramlar açken pek işe yaramıyor, hayvanlar aleminde hiç yerleri yok. Peki insanoğlu martıların kap götür davranışına daha mı yakın hissediyor kendisini ve doğasına geri mi dönmeye çalışıyor bugünün dünyasında? Yoksa şöyle mi demeli: En temel yaşamsal ihtiyaçlarımıza kavuşamadığımız zaman, insanın gözü kararır ve artık geri kalan her şey manasızdır.
Sanatın Pozitif Gücü
Hürriyet Gazetesi, Şubat 2008
Eve, Şubat 2008
Çocukluğumdan hafızamda yer etmiş bir anım var. Daha okula başlamamıştım. Sokakta oynayabiliyorduk o zamanlar, her yer binalarla kaplanmamıştı. Bütün gün sokakta, boş arsalarda koşar, gezer, oyunlar icat ederdik. Evin arka tarafındaki topraklar gelincik tarlasına dönerdi bahar aylarında, cazibesine kapılırdık kırmızının, koşardık tarlalarda. Yine sokakta oynadığımız bir gündü… tül gibi uçuşan kırmızıların büyüsüyle zamanı unutmuş ve evden epey uzaklaşmıştık. Birden yağmur bastırdı, küçük adımlarımızla koşarak geriye dönmemiz epey uzun sürdü. Eve varınca, yokluğumdan hayli endişelenen annem, kaygısını ve sevgisini süpürge dayağıyla belli etti. Sonra üzerimi değiştirdi, boya kalemlerimi ve resim defterimi verip, sobanın yanı başına oturttu beni. Resim yapmaya başladım. Süpürgenin kızarttığı yerlere rağmen, giderek artan bir yoğunlukta huzurlu hissettiğimi hatırlıyorum. Çok şey iç içeydi belki o anda, ama sıcacık soba bedenimi ısıtırken, resim yapmak da içimi ısıtmıştı. Resim yaptıkça, süpürgenin izleri silinmiş, acımı unutmuştum. Yıllar geçti çocukluğumun bol oyunlu, bol hayalli ve resimli günlerinden bu yana. Epey bir ara verdim resim yapmaya, ama dönüşüm şahane oldu. 2 yaşındaki kızımla oyun oynuyor, resim yapıyor, şarkı söyleyip, dans ediyoruz. Unuttuğumu sandığım oyunlar, şarkılar yüzeye çıkıyor anıların arasından. Ada’yla bu anları yaşarken görüyorum ki resim yapmak, dans etmek, oyun oynamak için hiç çaba sarfetmesine gerek yok onun. Performans kaygısı yok, sonunda ne çıkacak gibi estetik bir endişesi yok. Sadece içinden geleni yapıyor, “an”ın tadını çıkarıyor... Büyüdükçe ise durum farklılaşıyor. Büyüdükçe, “an” bizden uzaklaşıyor mu ne? Geçmişin muhasebesiyle, gelecek kaygısı arasında kendimizden iri kıyım birer sandviç yapmaya pek meraklı hale geliyor, sıkışıklık duygusuyla yaşamayı alışkanlık haline getiriyoruz çoğunlukla. Sorunlarımızı çözmek için ise yaratıcı potansiyelimize başvurmak genellikle hiç mi hiç aklımıza gelmiyor.
Sanat terapisiyle tanıştıktan ve hayatımın rotasını bu yöne çevirdikten sonra, sorunlar yaşadığım dönemlerde ve önemli bir karar arifesinde resim yapar, dans eder, yazarım. Sorunla arama sanat ile mesafe koymak iyi gelir, zihnim berraklaşır, yeni bir boyut kazanır olay. Bir karar arifesindeysem de, yaratma eylemi beni cesaretlendirir, nefes verir. Yakın zamanda başlattığım Köprü Yaratıcı Atölye çalışmalarında, yaratıcı deneyimin pozitif gücünü katılımcıların da hissettiğini paylaşımlardan öğreniyorum. Bu çalışmalardaki amacım, kişilerin kendileriyle ilgili keşiflerini ve bunları en otantik biçimde ifade edebilmelerini sanat yaparak teşvik etmek. Atölye sırasında ve sonrasında rahatladıklarını, streslerinin kaybolduğunu, bedenlerine yönelik bir farkındalık ve duyarlılık yaşadıklarını, daha doygun hissettiklerini belirtiyorlar. Yaratıcı sürecin iyileştirici gücünün yanı sıra, sonunda ortaya çıkan ne ise, içimizdekini dışarıya çıkarıp somutlaştırmamıza ve bir diyalog başlatmamıza yardımcı oluyor. Sanat hem içimizdekiyle, hem dışımızdakiyle köprü oluşturuyor.
Sanat Bilmenin Bir Yoludur (Art is a Way of Knowing) kitabında Pat Allen, insan olmak ve var olmanın anlamı nedir sorusunu yanıtlarken, sanatın inandığımız şeyleri anlamanın ve bilmenin bir yolu olduğunu söyler. Çizerken, resmederken, yazarken en derinde inandığımız şeyleri keşfe çıkarız. Sanatsal yaratı, kişisel hikayelerimizin tüm boyutlarını anlatır bize: duygularımızı, düşüncelerimizi, deneyimlerimizi, değerlerimizi ve inançlarımızı. Bütün bunları yüzeye çıkarmak ve görünür kılmak, kendimize başka bir perspektiften bakmamız ve bu perspektifi dönüştürmemiz için büyük bir fırsattır.
Modern hayatta sanat ve yaratıcı eylem giderek günlük hayattan uzaklaşmakta. Bunun bir sebebi, yaratıcı sürecin ve sanatın salt yetenekle ilgili olduğu yönündeki genel yargı. Sanat müzelere, galerilere, sahnelere ait bir efsane olmaktan öteye geçip, hayatın içine daha çok işleyebildiği zaman, bizleri korkutan ve onunla aramıza mesafe koyan bu genel kanıdan kurtulabileceğimizi sanıyorum. Sıradan insanlar, sanatın yaşamdan koparıldığı bir dönem ve kültür içinde yaşıyor. Oysa ki, imgeleme, hayal gücü, rüyalar ve insanın kendisini yaratıcı kapasitesine başvurarak ifade etmesi doğuştan gelen yetilerdir. Kişisel gelişimin sürekli olabilmesi için insanın bu yetisinin güçlenmesine yardım etmeli, destek vermeli.
Sanatın günlük hayatın kapsama alanına girmesi sadece bireylerin değil, toplumun geleceği için de müthiş pozitif sonuçlar doğurur. Deneyimin kendisinin stres azaltıcı etkisi olduğu kesin. Yaratıcı sürece dahil olmak bir boşalım, rahatlama sağlıyor. Bu sürecin daha fazla insan tarafından deneyimlendiği toplumlarda, kendini iyi ifade eden, özgüveni yüksek ve potansiyelinin farkında bireyler arasında; karşılıklı anlayış ve saygının yanı sıra, farklılıklara rağmen birlik duygusu güçlenecektir. İçinde yaşadığımız şiddet ve yabancılaşma döneminde ise, bu duyguya tüm zamanlardan daha çok gereksiniyoruz bence.
Eve, Şubat 2008
Çocukluğumdan hafızamda yer etmiş bir anım var. Daha okula başlamamıştım. Sokakta oynayabiliyorduk o zamanlar, her yer binalarla kaplanmamıştı. Bütün gün sokakta, boş arsalarda koşar, gezer, oyunlar icat ederdik. Evin arka tarafındaki topraklar gelincik tarlasına dönerdi bahar aylarında, cazibesine kapılırdık kırmızının, koşardık tarlalarda. Yine sokakta oynadığımız bir gündü… tül gibi uçuşan kırmızıların büyüsüyle zamanı unutmuş ve evden epey uzaklaşmıştık. Birden yağmur bastırdı, küçük adımlarımızla koşarak geriye dönmemiz epey uzun sürdü. Eve varınca, yokluğumdan hayli endişelenen annem, kaygısını ve sevgisini süpürge dayağıyla belli etti. Sonra üzerimi değiştirdi, boya kalemlerimi ve resim defterimi verip, sobanın yanı başına oturttu beni. Resim yapmaya başladım. Süpürgenin kızarttığı yerlere rağmen, giderek artan bir yoğunlukta huzurlu hissettiğimi hatırlıyorum. Çok şey iç içeydi belki o anda, ama sıcacık soba bedenimi ısıtırken, resim yapmak da içimi ısıtmıştı. Resim yaptıkça, süpürgenin izleri silinmiş, acımı unutmuştum. Yıllar geçti çocukluğumun bol oyunlu, bol hayalli ve resimli günlerinden bu yana. Epey bir ara verdim resim yapmaya, ama dönüşüm şahane oldu. 2 yaşındaki kızımla oyun oynuyor, resim yapıyor, şarkı söyleyip, dans ediyoruz. Unuttuğumu sandığım oyunlar, şarkılar yüzeye çıkıyor anıların arasından. Ada’yla bu anları yaşarken görüyorum ki resim yapmak, dans etmek, oyun oynamak için hiç çaba sarfetmesine gerek yok onun. Performans kaygısı yok, sonunda ne çıkacak gibi estetik bir endişesi yok. Sadece içinden geleni yapıyor, “an”ın tadını çıkarıyor... Büyüdükçe ise durum farklılaşıyor. Büyüdükçe, “an” bizden uzaklaşıyor mu ne? Geçmişin muhasebesiyle, gelecek kaygısı arasında kendimizden iri kıyım birer sandviç yapmaya pek meraklı hale geliyor, sıkışıklık duygusuyla yaşamayı alışkanlık haline getiriyoruz çoğunlukla. Sorunlarımızı çözmek için ise yaratıcı potansiyelimize başvurmak genellikle hiç mi hiç aklımıza gelmiyor.
Sanat terapisiyle tanıştıktan ve hayatımın rotasını bu yöne çevirdikten sonra, sorunlar yaşadığım dönemlerde ve önemli bir karar arifesinde resim yapar, dans eder, yazarım. Sorunla arama sanat ile mesafe koymak iyi gelir, zihnim berraklaşır, yeni bir boyut kazanır olay. Bir karar arifesindeysem de, yaratma eylemi beni cesaretlendirir, nefes verir. Yakın zamanda başlattığım Köprü Yaratıcı Atölye çalışmalarında, yaratıcı deneyimin pozitif gücünü katılımcıların da hissettiğini paylaşımlardan öğreniyorum. Bu çalışmalardaki amacım, kişilerin kendileriyle ilgili keşiflerini ve bunları en otantik biçimde ifade edebilmelerini sanat yaparak teşvik etmek. Atölye sırasında ve sonrasında rahatladıklarını, streslerinin kaybolduğunu, bedenlerine yönelik bir farkındalık ve duyarlılık yaşadıklarını, daha doygun hissettiklerini belirtiyorlar. Yaratıcı sürecin iyileştirici gücünün yanı sıra, sonunda ortaya çıkan ne ise, içimizdekini dışarıya çıkarıp somutlaştırmamıza ve bir diyalog başlatmamıza yardımcı oluyor. Sanat hem içimizdekiyle, hem dışımızdakiyle köprü oluşturuyor.
Sanat Bilmenin Bir Yoludur (Art is a Way of Knowing) kitabında Pat Allen, insan olmak ve var olmanın anlamı nedir sorusunu yanıtlarken, sanatın inandığımız şeyleri anlamanın ve bilmenin bir yolu olduğunu söyler. Çizerken, resmederken, yazarken en derinde inandığımız şeyleri keşfe çıkarız. Sanatsal yaratı, kişisel hikayelerimizin tüm boyutlarını anlatır bize: duygularımızı, düşüncelerimizi, deneyimlerimizi, değerlerimizi ve inançlarımızı. Bütün bunları yüzeye çıkarmak ve görünür kılmak, kendimize başka bir perspektiften bakmamız ve bu perspektifi dönüştürmemiz için büyük bir fırsattır.
Modern hayatta sanat ve yaratıcı eylem giderek günlük hayattan uzaklaşmakta. Bunun bir sebebi, yaratıcı sürecin ve sanatın salt yetenekle ilgili olduğu yönündeki genel yargı. Sanat müzelere, galerilere, sahnelere ait bir efsane olmaktan öteye geçip, hayatın içine daha çok işleyebildiği zaman, bizleri korkutan ve onunla aramıza mesafe koyan bu genel kanıdan kurtulabileceğimizi sanıyorum. Sıradan insanlar, sanatın yaşamdan koparıldığı bir dönem ve kültür içinde yaşıyor. Oysa ki, imgeleme, hayal gücü, rüyalar ve insanın kendisini yaratıcı kapasitesine başvurarak ifade etmesi doğuştan gelen yetilerdir. Kişisel gelişimin sürekli olabilmesi için insanın bu yetisinin güçlenmesine yardım etmeli, destek vermeli.
Sanatın günlük hayatın kapsama alanına girmesi sadece bireylerin değil, toplumun geleceği için de müthiş pozitif sonuçlar doğurur. Deneyimin kendisinin stres azaltıcı etkisi olduğu kesin. Yaratıcı sürece dahil olmak bir boşalım, rahatlama sağlıyor. Bu sürecin daha fazla insan tarafından deneyimlendiği toplumlarda, kendini iyi ifade eden, özgüveni yüksek ve potansiyelinin farkında bireyler arasında; karşılıklı anlayış ve saygının yanı sıra, farklılıklara rağmen birlik duygusu güçlenecektir. İçinde yaşadığımız şiddet ve yabancılaşma döneminde ise, bu duyguya tüm zamanlardan daha çok gereksiniyoruz bence.
Değişim yolculuğum
İçimdeki sesi dinledim…kendime yer açtım.Eve, Ocak 2008
Bir köprü kurmak istedim kendi ülkemde, konumuyla köprü olmuş nice köprüler ülkesinde. İfadesel Sanatlar Danışmanı(Expressive Arts Facilitator) olarak, bir süre önce “Yaratıcı Atölye” çalışmaları başlattım. Sanat yaparak, yaratıcı potansiyelimizi keşfetmenin coşkusuyla, iç dünyamızı, koşullarımızı daha iyi anlayabilir, yaralarımızı iyileştirebilir, adım atma cesaretini gösterebiliriz… Resimle, dans ve hareketle, müzikle, şiirle, heykelle, dramayla, oyunla… pek çok köprüler kuralım istiyorum kendimizle, birbirimizle, yaşadığımız dünyayla. Köprüler kuralım… Köprüler aşalım…
Uçağa bindiğimden beri ağlıyorum, Allah’tan cam kenarındayım, kimseler görmüyor. Sanki 3 seneliğine gidiyorum. Gece 5 dakika uyumadım. Şimdiden pişmanım. Nasıl dayanacağım kızımı öpüp koklamadan onca zaman? Sevgilime el sallarken başlayan ağlama krizim tam 1 saat sürdü. Sonra, dedim ki, “şu anda bunu böyle yaşamayı ben seçiyorum, aslında güle oynaya da gidebilirim, kızımı, onu benim kadar seven insanlara bıraktım, biliyorum ki güvende”. Yazmaya başladım. Yazdıkça ferahlık duygusu sardı içimi, ailem olduğu için, onları çok sevdiğim için ve gitmek istememi anlayabildikleri için şükrettim. Kitaplar dedi ki “18 aylık çocuğu bırakmamalı anne”, pedagoglar dedi ki “daha çok erken, aman gitmeyin!”… eşim dedi ki “bu senin mutluluğunsa, git”! Demese de yapacaktım belki, ama yanımdaydı ya, desteğinin anlamı benim için dünyaydı.
Çocukken resim yaptığım, şiir yazdığım, piyesler yazıp oynadığım zamanlar en mutlu zamanlarımdı. Sonra büyüdüm, ilk, oyunu kaldırdım hayatımdan…çocuk işiydi ya, ondan! İdeallerimin peşinde, ciddi ve saygın bir hayatım olsun istedim. ODTÜ Kamu Yönetimi’ne girdim. Mezun oldum, kazara kısa bir bankacılık deneyimi yaşadım…ilk durakta kaçtım. Ne yapmak istediğimi hiç bilmiyordum. Tek bildiğim bir yaratma sevdası ve bir türlü eyleme geçememe sendromu. Tüm yaratıcılığımı kafamda yaşadım, fikirler, imgeler uçuştu havada yıllar boyunca. Sonra da kariyerimin ve az biraz yaratıcılığımın peşine düştüm. Hem yerel, hem de uluslararası firmalarda pazarlama ve reklam değirmeninde epey bir taş öğüttüm. En son uluslar arası bir reklam ajansında 5 yıl çalıştım. Çok keyifli dönemler yaşadım, çok eğlendiğim zamanlar oldu. İyi ve renkli insanlarla çalıştım, bazıları en iyi arkadaşlarım oldular. Reklam sektöründeki herkesin çok iyi bildiği bir şey vardır: teslim tarihleriyle çalışılır. Her zaman bir son teslim tarihi vardır, bazen 1 aydır, bazen 1 saat… Ama hep bir bitiş çizgisi vardır ya da bir türlü bitememe sendromu. Bazen ne çok deneme yapılır, 15. revizyon dahi geldiği olur (daha sonrası bile olmuştur başkalarına eminim)… müthiş fena bir duygudur, yapılan işin anlamı kalmamıştır o aşamada, sadece iş bitsin diye çalışılır artık. İş, sahibine yabancılaşmıştır artık. Genellikle de en başta sunulanın en doğru ya da güzel olduğu hükmüne varılır. Ama o da keyif vermez bir durum alabilir onca aşamadan sonra, unutulmuştur ilk yaratılan ve önerilen işin heyecanı. Bir de, konkurlar kazanır ajanslar. Konkur hazırlığı çok stresli, ama bir o kadar da zevklidir. Fikir üretmek, bulmak, onu görselleştirmek, metne dökmek… Sabahlara kadar çalışılır, yine bir bitiş çizgisi vardır. Ama o sabahlamalarda bir ekip ruhu alır gider başını. Eğer müşteri kazanılmışsa, o kadar çabuk unutulur ki o ilk heyecan ve başarma sevinci, şaşar kalır insan. Biz miydik kolları sıvayıp, bütün aklımızı, fikirlerimizi, ruhumuzu seferber eden diye merak eder sonra sonra… Çok şey öğrendim diyebilirim reklamcılıkta. Çerçevelenmiş, sınırları önceden çizilmiş, belli bir amaca hizmet eden yaratıcılık nedir onu öğrendim her şeyden önce. Nasıl yaratılır fikirler, sonra üretilir bu sınırların dışına taşmadan? Sınırlarla nasıl temas eder yaratıcılık? Ya da edemez bir türlü… Değişik ekip arkadaşlarım, müşterilerim oldu… Kutuplarımı gördüm, benzerlerimi. Onlardan da çok şey öğrendim, nelerin beni daha çok mutlu ettiğini, nelerin kızdırdığını, umutsuzluk yarattığını… Sınırları tanımlı başarma duygusunun uçucu olabileceğini… nice farkındalıklar kazandım diyebilirim. Uzunca bir süre çok keyif aldım, hatta hayatım işten ibaret oldu. Bayan “hırs” ve bayan “azim” ikilisine kavuştum yeniden, okuldan beri görmemiştim onları . İç motivasyonumu keşfettim, nasıl kimseye ihtiyacım olmadan kendimi coşturabildiğimi gördüm. Tabii köle ruhumla da tanıştım, sorumluluklarıma nasıl körü körüne bağlandığımı, vazgeçemediğimi, arkama atamadığımı fark ettim.
Bütün bu gelişmeleri yaşarken, ben halen bir şeylerin halen eksik olduğu hissi peşimi bırakmıyordu. Bu duygumu bir türlü gideremiyor, parçalarımı bütünleyemiyordum. İyice kendi içime döndüğüm ve sorgulamalarımın arttığı bir ara biyoenerjiyle tanıştım, 3 yıl eğitimini aldım. Ardından, hiç hesapta yokken, gökten bir elma düştü, hamile kaldım ve kızım Ada geldi. Sadece Ada çıkmamıştı içimden, anlatılamayacak nitelikte bir sevgi ve coşku da sarmıştı bedenimi doğumda. Anladım ki, o an, yaratma eyleminin doruğuna ermiştim. Doğum haftasında çok ilginç bir şey de oldu, benim için anlamı çok derindir. Üyesi olduğum sanat dergisinin güz sayısı geldi evimize. Kapağı görünce müthiş şaşırdım, yıllardır üyeydim ve ilk kez, kızımın doğum ayı için “Ada ve Sanat” konusunu seçmişlerdi.
Ben, hamilelik dönemimi bir yaratma süreci olarak gördüm ve yaşadım. O sürecin tadına baktıktan sonra da asla uslanmadım, geriye bakmadım ve Bubi atölyesinde, yıllar yıllar sonra tekrar resim yapmaya başladım. Bu arada reklam ajansındaki işime devam ettim, ama hayatımı o stresle geçirmek istemediğimi çok iyi anlamıştım. Bir arkadaşımın tavsiyesi ile, Doç. Dr. Hanna Nita Scherler’in verdiği 3 yıllık Gestalt Psikolojisi eğitimine başladım, ilk yılını tamamladım, şimdi 2. yılımdayım. Resim yaparken, enerjiyle çalışırken, Gestalt öğrenirken farkındalıklarım da cesaretim de arttı… daha fazla dayanamadım ve artık kendi yaratıcılığıma başvurarak, gerçek sesimi bulmaya; dünyanın seslenişine kendimce bir cevap vermeye karar verdim. İşimden ayrıldım.
İşte, artık statüsüz ve parasız bir dünyadan içeri girmiştim! “Hey, kaygım…sana rağmen yürüyeceğim, iyisi mi beraber yürümeyi öğrenelim”. Tam 1.5 sene araştırdım, şimdi de uçaktaydım! Sanat Terapisi eğitimi almaya gidiyordum… O kadar sezgiseldi ki bu kararım, sanat ve terapi beraberliği fikri karnımda karıncalamalara neden oluyordu. Hiç bilmiyordum aslında ne bekliyordu beni. Onca para, zaman, geride kalan kızım, sevgilim… Okula vardığımda anladım ki, hayatımın ortasında bir yerde, nihayet kendimi nereye koyacağımı bulmuştum. Bu kalabalığın içinde, çok zengin bir sanatsal ve kültürel deneyimle, sınırlarım genişledikçe genişliyordu. Alan açmıştım kendime. Hayatım için oyun alanı!
Gittiğim eğitimlerde yaşadığım kültürler arası karşılaşmalarda, kendimin, sahip olduklarımın, olmadıklarımın farkına vardım her defasında şaşırarak. Bu uzaklaşmalarda benim için çok değerli bir şey fark ettim: Pek çok köprü kurabiliriz iç ve dış dünyamızda. Bazıları hassas, bazıları güçlü köprüler. Sanat yaparken yaşanan yaratıcı süreç, işte bu köprüleri gerçek kılıyor, bizden, ta içimizden çıkmalarına aracılık ediyor. İfadesel Sanatlar Terapisi (Expressive Arts Therapy) master öğrencisi olarak, sanatın danışmanlıkta, eğitimde, terapide, toplumsal değişim için nasıl kullanılabileceğini yaşayarak ve yaşatarak öğreniyorum. Konsantrasyonum da, sanatın yardımıyla pozitif yönde sosyal değişim. Hayatımın geri kalanı için bu mesleği seçtim kendime. Aslında, meslek olarak bile görmüyorum, öyle bir tutkuyla sarıldım. Bu disiplinin kurucularından eğitim ve süpervizyon almaktayım, bana modellik yapıyorlar. Hem sanatçı, hem anne, hem kariyer sahibi olup da nasıl özgün kalınabilir, nasıl kendine yer açabilir insan?… Kendi annemi düşünüyorum, annelerimizi… keşke diyorum! Neyse ki benim hala fırsatım var, şanslıyım. Kızımı düşünüyorum, gülümsüyorum...
Bir köprü kurmak istedim kendi ülkemde, konumuyla köprü olmuş nice köprüler ülkesinde. İfadesel Sanatlar Danışmanı(Expressive Arts Facilitator) olarak, bir süre önce “Yaratıcı Atölye” çalışmaları başlattım. Sanat yaparak, yaratıcı potansiyelimizi keşfetmenin coşkusuyla, iç dünyamızı, koşullarımızı daha iyi anlayabilir, yaralarımızı iyileştirebilir, adım atma cesaretini gösterebiliriz… Resimle, dans ve hareketle, müzikle, şiirle, heykelle, dramayla, oyunla… pek çok köprüler kuralım istiyorum kendimizle, birbirimizle, yaşadığımız dünyayla. Köprüler kuralım… Köprüler aşalım…
Uçağa bindiğimden beri ağlıyorum, Allah’tan cam kenarındayım, kimseler görmüyor. Sanki 3 seneliğine gidiyorum. Gece 5 dakika uyumadım. Şimdiden pişmanım. Nasıl dayanacağım kızımı öpüp koklamadan onca zaman? Sevgilime el sallarken başlayan ağlama krizim tam 1 saat sürdü. Sonra, dedim ki, “şu anda bunu böyle yaşamayı ben seçiyorum, aslında güle oynaya da gidebilirim, kızımı, onu benim kadar seven insanlara bıraktım, biliyorum ki güvende”. Yazmaya başladım. Yazdıkça ferahlık duygusu sardı içimi, ailem olduğu için, onları çok sevdiğim için ve gitmek istememi anlayabildikleri için şükrettim. Kitaplar dedi ki “18 aylık çocuğu bırakmamalı anne”, pedagoglar dedi ki “daha çok erken, aman gitmeyin!”… eşim dedi ki “bu senin mutluluğunsa, git”! Demese de yapacaktım belki, ama yanımdaydı ya, desteğinin anlamı benim için dünyaydı.
Çocukken resim yaptığım, şiir yazdığım, piyesler yazıp oynadığım zamanlar en mutlu zamanlarımdı. Sonra büyüdüm, ilk, oyunu kaldırdım hayatımdan…çocuk işiydi ya, ondan! İdeallerimin peşinde, ciddi ve saygın bir hayatım olsun istedim. ODTÜ Kamu Yönetimi’ne girdim. Mezun oldum, kazara kısa bir bankacılık deneyimi yaşadım…ilk durakta kaçtım. Ne yapmak istediğimi hiç bilmiyordum. Tek bildiğim bir yaratma sevdası ve bir türlü eyleme geçememe sendromu. Tüm yaratıcılığımı kafamda yaşadım, fikirler, imgeler uçuştu havada yıllar boyunca. Sonra da kariyerimin ve az biraz yaratıcılığımın peşine düştüm. Hem yerel, hem de uluslararası firmalarda pazarlama ve reklam değirmeninde epey bir taş öğüttüm. En son uluslar arası bir reklam ajansında 5 yıl çalıştım. Çok keyifli dönemler yaşadım, çok eğlendiğim zamanlar oldu. İyi ve renkli insanlarla çalıştım, bazıları en iyi arkadaşlarım oldular. Reklam sektöründeki herkesin çok iyi bildiği bir şey vardır: teslim tarihleriyle çalışılır. Her zaman bir son teslim tarihi vardır, bazen 1 aydır, bazen 1 saat… Ama hep bir bitiş çizgisi vardır ya da bir türlü bitememe sendromu. Bazen ne çok deneme yapılır, 15. revizyon dahi geldiği olur (daha sonrası bile olmuştur başkalarına eminim)… müthiş fena bir duygudur, yapılan işin anlamı kalmamıştır o aşamada, sadece iş bitsin diye çalışılır artık. İş, sahibine yabancılaşmıştır artık. Genellikle de en başta sunulanın en doğru ya da güzel olduğu hükmüne varılır. Ama o da keyif vermez bir durum alabilir onca aşamadan sonra, unutulmuştur ilk yaratılan ve önerilen işin heyecanı. Bir de, konkurlar kazanır ajanslar. Konkur hazırlığı çok stresli, ama bir o kadar da zevklidir. Fikir üretmek, bulmak, onu görselleştirmek, metne dökmek… Sabahlara kadar çalışılır, yine bir bitiş çizgisi vardır. Ama o sabahlamalarda bir ekip ruhu alır gider başını. Eğer müşteri kazanılmışsa, o kadar çabuk unutulur ki o ilk heyecan ve başarma sevinci, şaşar kalır insan. Biz miydik kolları sıvayıp, bütün aklımızı, fikirlerimizi, ruhumuzu seferber eden diye merak eder sonra sonra… Çok şey öğrendim diyebilirim reklamcılıkta. Çerçevelenmiş, sınırları önceden çizilmiş, belli bir amaca hizmet eden yaratıcılık nedir onu öğrendim her şeyden önce. Nasıl yaratılır fikirler, sonra üretilir bu sınırların dışına taşmadan? Sınırlarla nasıl temas eder yaratıcılık? Ya da edemez bir türlü… Değişik ekip arkadaşlarım, müşterilerim oldu… Kutuplarımı gördüm, benzerlerimi. Onlardan da çok şey öğrendim, nelerin beni daha çok mutlu ettiğini, nelerin kızdırdığını, umutsuzluk yarattığını… Sınırları tanımlı başarma duygusunun uçucu olabileceğini… nice farkındalıklar kazandım diyebilirim. Uzunca bir süre çok keyif aldım, hatta hayatım işten ibaret oldu. Bayan “hırs” ve bayan “azim” ikilisine kavuştum yeniden, okuldan beri görmemiştim onları . İç motivasyonumu keşfettim, nasıl kimseye ihtiyacım olmadan kendimi coşturabildiğimi gördüm. Tabii köle ruhumla da tanıştım, sorumluluklarıma nasıl körü körüne bağlandığımı, vazgeçemediğimi, arkama atamadığımı fark ettim.
Bütün bu gelişmeleri yaşarken, ben halen bir şeylerin halen eksik olduğu hissi peşimi bırakmıyordu. Bu duygumu bir türlü gideremiyor, parçalarımı bütünleyemiyordum. İyice kendi içime döndüğüm ve sorgulamalarımın arttığı bir ara biyoenerjiyle tanıştım, 3 yıl eğitimini aldım. Ardından, hiç hesapta yokken, gökten bir elma düştü, hamile kaldım ve kızım Ada geldi. Sadece Ada çıkmamıştı içimden, anlatılamayacak nitelikte bir sevgi ve coşku da sarmıştı bedenimi doğumda. Anladım ki, o an, yaratma eyleminin doruğuna ermiştim. Doğum haftasında çok ilginç bir şey de oldu, benim için anlamı çok derindir. Üyesi olduğum sanat dergisinin güz sayısı geldi evimize. Kapağı görünce müthiş şaşırdım, yıllardır üyeydim ve ilk kez, kızımın doğum ayı için “Ada ve Sanat” konusunu seçmişlerdi.
Ben, hamilelik dönemimi bir yaratma süreci olarak gördüm ve yaşadım. O sürecin tadına baktıktan sonra da asla uslanmadım, geriye bakmadım ve Bubi atölyesinde, yıllar yıllar sonra tekrar resim yapmaya başladım. Bu arada reklam ajansındaki işime devam ettim, ama hayatımı o stresle geçirmek istemediğimi çok iyi anlamıştım. Bir arkadaşımın tavsiyesi ile, Doç. Dr. Hanna Nita Scherler’in verdiği 3 yıllık Gestalt Psikolojisi eğitimine başladım, ilk yılını tamamladım, şimdi 2. yılımdayım. Resim yaparken, enerjiyle çalışırken, Gestalt öğrenirken farkındalıklarım da cesaretim de arttı… daha fazla dayanamadım ve artık kendi yaratıcılığıma başvurarak, gerçek sesimi bulmaya; dünyanın seslenişine kendimce bir cevap vermeye karar verdim. İşimden ayrıldım.
İşte, artık statüsüz ve parasız bir dünyadan içeri girmiştim! “Hey, kaygım…sana rağmen yürüyeceğim, iyisi mi beraber yürümeyi öğrenelim”. Tam 1.5 sene araştırdım, şimdi de uçaktaydım! Sanat Terapisi eğitimi almaya gidiyordum… O kadar sezgiseldi ki bu kararım, sanat ve terapi beraberliği fikri karnımda karıncalamalara neden oluyordu. Hiç bilmiyordum aslında ne bekliyordu beni. Onca para, zaman, geride kalan kızım, sevgilim… Okula vardığımda anladım ki, hayatımın ortasında bir yerde, nihayet kendimi nereye koyacağımı bulmuştum. Bu kalabalığın içinde, çok zengin bir sanatsal ve kültürel deneyimle, sınırlarım genişledikçe genişliyordu. Alan açmıştım kendime. Hayatım için oyun alanı!
Gittiğim eğitimlerde yaşadığım kültürler arası karşılaşmalarda, kendimin, sahip olduklarımın, olmadıklarımın farkına vardım her defasında şaşırarak. Bu uzaklaşmalarda benim için çok değerli bir şey fark ettim: Pek çok köprü kurabiliriz iç ve dış dünyamızda. Bazıları hassas, bazıları güçlü köprüler. Sanat yaparken yaşanan yaratıcı süreç, işte bu köprüleri gerçek kılıyor, bizden, ta içimizden çıkmalarına aracılık ediyor. İfadesel Sanatlar Terapisi (Expressive Arts Therapy) master öğrencisi olarak, sanatın danışmanlıkta, eğitimde, terapide, toplumsal değişim için nasıl kullanılabileceğini yaşayarak ve yaşatarak öğreniyorum. Konsantrasyonum da, sanatın yardımıyla pozitif yönde sosyal değişim. Hayatımın geri kalanı için bu mesleği seçtim kendime. Aslında, meslek olarak bile görmüyorum, öyle bir tutkuyla sarıldım. Bu disiplinin kurucularından eğitim ve süpervizyon almaktayım, bana modellik yapıyorlar. Hem sanatçı, hem anne, hem kariyer sahibi olup da nasıl özgün kalınabilir, nasıl kendine yer açabilir insan?… Kendi annemi düşünüyorum, annelerimizi… keşke diyorum! Neyse ki benim hala fırsatım var, şanslıyım. Kızımı düşünüyorum, gülümsüyorum...
Vancouver'da ilk üç ay
Sanki üç yıl kadar yoğun geçen bir üç ay. O kadar yoğun geçti ki, hem çok hızlı, hem çok uzun gibiydi. Üç aylık deneyimimizi iki üç kelimeyle özetlersem “buradaki koşulları algılamaya çalışmak ve yeniden organize olmak” diyebilirim. Hayat çok sadeyken birden bire nasıl karmaşıklaştı? En basit şeyleri bile kısa zamanda organize etmeye çalışmak nasıl zormuş meğer.
Tek bir çatalımız dahi yoktu geldiğimizde. Fark ettim ki, meğer ne bağlıymışım eşyalarıma, alışkanlıklarıma…farkında olmadan edindiğim günlük rutinime. Akşam olunca serildiğim kanepeme, otururken gözden geçirip rastgele elime alıp sayfalarını taradığım kitaplarıma, masa üstünde elli tane dosya duran diz üstü bilgisayarıma, outlookuma, … hele hele mutfak eşyalarıma. Burada voltaj ve prizler değişik, dünyaya inat sanki. Yıllardır kullandığım rondo elimin altında değil… Ada sebze yemeyi reddediyor. Ne yapabilirim? Türkiye’de her şey son teknoloji. Elektrik süpürgesinden, mutfak eşyalarına teknoloji yeni, aletler ergonomik ve pratik. Burada ise anti-pratik ve anti-teknolojik. Elektrik süpürgelerini taşımak için insan üstü bir çaba gerekiyor. Aslında şöyle pratik, süpürme işleminden sonra günlük spor da araya girmiş ve halledilmiş oluyor. Ama biz pek sportif olmadığımızdan, küçücük bir makine bulduk ve gelişmekte olan kaslarımızı tekrar gevşettik. Neyse, uzun lafın kısası ve bu paragrafın özeti şu: meğer ben tüm eşyalarımı ne çok ama ne çok seviyormuşum, ne kadar bağlıymışım da hiç farkında değilmişim… Her şeysiz ve hiç bir şeysiz hissettim.
Ada’nın uyum süreci de var tabii bu duyguların içinde. Ada’nın aylarca eline almadığı ve hiç oynamadığı kimi oyuncaklarının, onlar olmadığında, onun için ne zaman ve nasıl ‘container’ haline gelmiş olduğu anlaşıldı. Koltuğun üstünde duran ve yata yuvarlana TV seyrettiği örtü buraya geldiğinde Ada’nın nasıl sevindiğini görünce, sanat terapisinde çok önemli bir kavram olan ‘contain’ etme özelliğinin, biz farkına varmadan bizi nasıl çevrelediğini öğretti Ada bana. Ada taşındığımız evle ilgili her detayı hatırlıyor. Tüm eşyaları tek tek sayıklıyor, oyuncak kutusunun en dibinde aylarca duran oyuncaklarını istiyor. “O İstanbul’da mı kaldı anne?” diyor. İlk başlarda “bizim evimiz yok mu?” diye sorduğunda, kararımızı sorgulatıyordu bana. “Ben onun adına karar verebilir miyim?” sorusuyla kendi tahakküm alanımı epey bir tarttırdı Ada bana. Babanın yokluğu da üstüne kaymak oldu tabii. Baba en güçlü ve derin ‘container’lardan. Bir sanat aktivitesinde babalarıyla gelen diğer çocukları görünce, ‘ben de babamı istiyorum’ diye tutturdu. Konuşsam da bu, o an yerine getiremeyeceğim bir talep… parka gittik ve dikkatini dağıttık. İşte bir başka kavram daha sanat terapisinden: ‘oyunla decentering’ veeee işe yaradı. Ada önce tatile geldik sandı. Bunun diğer tatillerden farklı olduğunu anlayınca da bir isyan dönemi, her şeye itiraz, bağırmalar, çığlıklar… İngilizce’ye tepkisi büyük oldu…elbette bu bir reorganizasyon dönemi olduğu için de yavaş yavaş kabullendi, güvenlik duygusunu yeniden kazandı ve sonra da her andan keyif almaya kaldığı yerden devam etti. Bu süreç içerisinde Saime ile çabamız ona ev duygusunu geri vermek yolunda oldu. Odasını düzenledik hep beraber birkaç kez, Türkiye’de kalan oyuncaklarından istedik, yanımızda getirdiğimiz oyuncak ve kitapları hep elinin altında oldu. Türkçe CD’ler ve beraber oyuncak alışverişleri… evde hep yemek pişirdim, bazen de birlikte yaptık Ada ile. Odasında piknikler yaptık... Çocukların uyum kapasitesi müthiş olduğu için, Ada şimdi yeni evini seviyor ve ‘an’ın keyfine vara vara yaşıyor. Araya İngilizce cümleler serpiştiriyor (çok güzel ve güçlü bir şekilde NO diyorJ…bazen diğer çocuklarla ne Türkçe, ne İngilizce uydurma bir dil konuşuyor, kendinden o kadar emin konuşuyor ki karşı taraftaki çocuk neden anlamadığına üzülüyorJ
Uzaklaşınca yıllardır sürdürdüğüm yaşamımdan, benim de bakış açım ve değerlendirmem değişti bazı olayları. Yazdığım gibi ‘container’ kavramı kafamda dönüp durdu. Arkadaşlarımın sıcaklığının beni nasıl sarmaladığını fark ettim. Böylece ‘benlik’ ve ‘kimlik’ kavramlarıyla sanki ergenlik çağındaymışım gibi yeniden karşılaştım. Kim söylemişti ‘insan kendini insanda tanır’ diye?…Benlik, çevreyle birlikte kimlikleniyor, bizimki gibi köklü bir yer değiştirmede, çevrede kişinin adına o kimliği ‘tutan’ (hold) ve ‘aynalayan’ kimseler kalmıyor… Ama elbette ‘benlik’siz kalınmıyor. Sadece sayfa yeniden yazılmaya başlanıyor, yeni insanlarla insan kendi duruşuna (presence) dair ve bu duruşun diğerleri üzerindeki etkilerine dair belki daha objektif veri topluyor, geri bildirim alıyor. Çünkü bu yeni duruş (presence) tarihsiz… ‘O (Sıfır)’ noktasından yazılmaya başlıyor. Bu da belirsiz bir süreç. Başı ve sonu yokmuş gibi hissettirdi bana bir ara. ‘Görelilik’ kavramı devreye giriyor. Kişisel tarihim dünyanın başka bir coğrafyasında gömülü, sıfır noktasında ise yeni dış dünyanın bir tarihi var. Bizim buluştuğumuz yerde ise yeniden bir tarih başlıyor. Katmanları çok taze bir tarih. Yani kişisel tarihle birlikte, içinde yaşanılan coğrafyanın da tarihi ‘container’ özelliği alıyor.
Son yıllarımda temas ettiğim tüm arkadaşlarımı çok özlüyorum (ki normal çevremden epey farklı, gittikçe genişleyen dalgalar halinde farklılaşmıştı bu temaslar son yıllarda). Benim için anlamlı olan beraberliklerim rüyalarımda sürüyor. İlginç rüyalarım da oldu, gördüğüm haliyle gerçekleşti rüyalar birkaç gün veya hafta içinde. Rüyalarım biliyor. Hatta bu rüyalar öyle bir hal aldı ki, onlara bilinç altının mesajları dememe bozulur oldular. Biz biliyoruz sen bize alt bilinç diyorsun diyorlar, hatta ‘unconscious’ sözüne daha da bir darılıyorlar. Biz senin ‘bilen’ haliniz, derindeyiz, bekliyoruz, sadece bize geçit ver diyorlar. Bu rüyalar bana haz veriyor, bazen yatmadan önce heyecanlanıyorum ve uykum kaçıyor. Dinliyorum, dağlardan mıdır nedir, tanımlayamadığım, içime doğru sarkacı uzadıkça uzayan bir hali var bu durumumun. Başka türlü bir bilme hali... derin bilme halimle nasıl daha çok bağlantıda kalabilirim?... Bu maili yolladıklarım arasında, cevabı bilenler var…Önerisi olan?
İşte gene yaptım, burayı anlatacaktım güya, tüm alet edevatın nasıl farklı olduğunu, evlerin Türkiye’deki kadar konforlu olmadığını ama dışarıdaki hayatın rahat ve stressiz olduğunu, bu hafta nasıl çok kar yağdığını ve herkesin buna çok şaşırdığını (Vancouver Kanada’nın Antalya’sı gibi, ılıman), bizim nasıl oynadığımızı, dağları, oksijeni, temiz suyu… “AKP’siz hayat, oh ne rahat!” mottomuzu… hayatın sadeliğini. ‘Alan’ (Space) temasını ( ki beni Istanbul’da en çok boğan şey alansızlık olmuştur, dış mekanda alan darlığı evde alan arayışına yöneltiyordu beni…). Neyse, bunları ve burayla ilgili daha fazlasını yazacaktım, gene kaydım içerilere doğru. Ya Songül, şöyle karpuz kavun muhabbeti yapsana diyorum kendime, takıl usul usul çanak çömleğe…fakat aklım ve ruhum bana hep oyun oynuyor. İkna edemiyorum. Şu kavanoz dipli dünyada ne dalıp dalıp da gidiyorum anlamıyorum.
Size benim için önem kazanan başka bir tema daha söylemiş oldum. ‘Alan’… Tam anlamıyla aslında SPACE demek istiyorum. Havada, karada her yerde SPACE var burada. Bu da müthiş rahatlatıcı. İnsanlar Türkiye’deki gibi gece gündüz çalışmıyor. Akşam 5 civarı herkes evde, ki bu bu bile fazla geliyor kimisine. Oksijen ciğerlerini şenlendiriyor insanın. Musluktan su içiliyor, su içmek için merasimle sipariş verilmiyor. Evden dışarı çıkınca rahat rahat yürünüyor, zaten North Vancouver ormanın içinde, yolun kenarında da yürünse, partiküller çarpmıyor suratına suratına insanın. Az yürümeyle şehrin her yerinde çocuk parklarına ulaşılabiliyor. Yeşile gitmek için arabalara atlayıp, CO2 gazı sala sala atmosfere, iki satır toprakla buluşayım telaşı yok. Her yer ağaç. Sincaplar, rakkunlar geziyor ortalıkta. Ama kırsal da değil, şehir yaşamı var burada. Her bölgede müziğin kulakları tırmalamadığı, sigara dumanının ciğerleri boğmadığı keyifli kafeler var. Biz Lynn Valley’deyiz, ki burası şehir merkezine 30-45 dakika mesafede. Dışarı çıkıp sosyalleşebildiğimiz, hem de kalitesi hiç fena olmayan altı-yedi tane kafe ve bilimum restaurant, hatta yürüme mesafesinde iyi de bir bar var. Haaaa….az kalsın unutuyordum. Tüketimi azaltmak ve okumayı artırmak amacıyla her semtte kurulmuş halk kütüphaneleri. Bizimki bizim eve 5 dakika yürüme mesafesinde. Çocuk kitapları bölümünde ne kadar çok kitap var ve aileler çocuklarıyla geliyor-ki biz de dahiliz bu gruba- çocuklar istedikleri gibi kitapları, CDleri karıştırıyor ve istediklerini seçip eve götürüyorlar. Yetişkinlere de müzik CD’leri, filmler, bol kitap var. Ama Ada o kadar çok kitap alıyor ki genellikle bize sıra gelmiyorJ Zaten tez hakkında makaleler okuduğum için roman, vs. pek vaktim olmuyor. Bir de bana alan bolluğu hissettiren Community Center’lar var. Bizim halk evleri projesinin modern uygulaması gibi düşünülebilir. Çok uygun ve ulaşılabilir fiyatlara, sanat atölyeleri (sunulan yelpaze resim kursu, müzik kursunun ötesinde bir anlayışa sahip), spor, seminerler, kişisel gelişim, yoga, meditasyon,…. Burada insanın ‘spiritüel’ olmasından doğal bir şey yok. Bizim pragmatik Türkler dışında insanın “S” halini yadırgayan da yok, özellikle otantik Kanada’lılar ve sonradan Kanada’lı olanların çocukları S halimize seslenen çok sayıda olaya dahil oluyor. Çok Çin’li olması ve çok yerli Kanada’lı olması buna çanak tutuyor. Ama sunulanlara Sufizm de dahil. Rumi diye bilinen Mevlana’nın felsefesi çalışılıyor. Sufizm’i sadece Mevlana’dan ibaret sansalar da, İngilizce çevirilerini büyük keyifle okuyan insanlar mevcut. Bu gruba da daha çok Ermeni’ler ve İran’lılar giriyor. Vancouver’da Humeyni rejiminden kaçmış hatırı sayılır bir İran’lı nüfusu mevcut. Hemen hemen hepsi de Türkiye’nin dağlarını aşarak kaçmışlar, aynı Persepolis filmindeki gibi. Ama elbette buradakiler başarmışlar.
Çok İran’lı ve Ermeni olduğu için kahvaltılık malzeme bulmak sorun olmuyor. Yalnız sebze çok pahalı, lokal üretim yok gibi bir şey. Ben ısrarla pişiriyorum sebze, biliyorsunuz sebzesiz yaşayamam.
Reorganizasyon ve geçiş sürecimizi yumuşatan en önemli etkeni paylaşmadan edemeyeceğim. ‘Yardım’. Hem buraya bizden evvel gelmiş Türk’lerden, hem de diğer insanlardan aldığımız destek müthiş oldu. Öyle bir hal aldı ki, keşke İstanbul’dayken de böyle yaşayabilseydik diye düşündüm. Bu da bir başka tema. Gelen yardım ve destek bize ilaç gibi geliyor. Vancouver sayfasına temiz harfler düşüyor. Biz de, yardım istemeyi öğrendik... İstemediğimiz zamanlarda bile yardım geldi. Çünkü gelen yardımı minnetle karşıladık, teşekkür ettik, tevekkül getirdik. İnsan, insanın halinden anlar mı? Evet, derim bir çırpıda. Bir şeye ihtiyacını var mı? Ya da ‘let me know if you need anything’ en sık duyduğumuz cümleler oldu ve duymak bile yetti bazen.
Şimdi artık düzenimiz oturdu, temel ihtiyaçlarımızın tamamını karşılayacak haldeyiz. Bundan sonrası kendimizi hoş tutmak ve uyum sürecinden, entegrasyon sürecine uzanmak olacak. Ben daha aktif bir halde buradaki yaşama dahil olmak istiyorum. Profesyonel hayatın dinamiklerini anlamaya çalışıyorum. Burada Erickson College diye bir okulda ‘Outcome Oriented and Systemic Coaching’ eğitimi alıyorum, Ocak sonunda bitiyor. Gestalt ve Expressive Arts Therapy kadar tutkulu hissetmiyorum ama pratik ve ayakları yere basan bir yaklaşım. Bir yandan da Expressive Arts Coaching, Consultancy and Education kapsamında tezimi yazmaya başladım. Ha tabii bir de coaching müşterilerim var, çoğu İstanbul’dan, ama burada da iki müşterim var şimdilik. Daha aktif bir çalışma hayatını özlüyorum, yeni kazandıklarımla, yeni deneyimlerimle kendime profesyonel hayatta yumuşak bir yer açabilir miyim diye meraktayım. Niyetim, çabalarım bu yönde. Ekip çalışmasını özlüyorum, beraber ortaya manalı çalışmalar çıkarabileceğim ortaklıklar hayal ediyorum. Daha sık bir frekansta değer üretmeyi ve paylaşmayı arzuluyorum.
Bitirirken, Vancouver’ın çok makbul bir iki özelliğinden daha bahsedeyim. Burada belediye otobüsüne binip, yarım saatte plaja, yine aynı şekilde dağa kaymaya gidilebiliyor. Bütün günü plajda yayılarak geçirirken, çocuklar hemen arkadaki parkta oynayabiliyor. Şanslıysak, bir iki fok da ziyaretimize geliyor, martılar ve kargalar pek insancıl, pikniğimize ortak oluyor. Doğa her yerde cömert, güzelliğini hiç esirgemiyor. Vancouver gördüğüm tüm yerlerin arasında, doğayla şehrin nasıl kaynaşabildiğinin, birbirini hoş tuttuğunun en güzel örneği. Kasaba hayatına mahkum olmadan, şehrin sunduğu kültürel ve sosyal etkinliklere katılarak, hafta sonu şöyle bir ormanda yürüyüşe çıkayım derseniz, buyurun salonda çift yataklı bir kanepemiz var.
Tek bir çatalımız dahi yoktu geldiğimizde. Fark ettim ki, meğer ne bağlıymışım eşyalarıma, alışkanlıklarıma…farkında olmadan edindiğim günlük rutinime. Akşam olunca serildiğim kanepeme, otururken gözden geçirip rastgele elime alıp sayfalarını taradığım kitaplarıma, masa üstünde elli tane dosya duran diz üstü bilgisayarıma, outlookuma, … hele hele mutfak eşyalarıma. Burada voltaj ve prizler değişik, dünyaya inat sanki. Yıllardır kullandığım rondo elimin altında değil… Ada sebze yemeyi reddediyor. Ne yapabilirim? Türkiye’de her şey son teknoloji. Elektrik süpürgesinden, mutfak eşyalarına teknoloji yeni, aletler ergonomik ve pratik. Burada ise anti-pratik ve anti-teknolojik. Elektrik süpürgelerini taşımak için insan üstü bir çaba gerekiyor. Aslında şöyle pratik, süpürme işleminden sonra günlük spor da araya girmiş ve halledilmiş oluyor. Ama biz pek sportif olmadığımızdan, küçücük bir makine bulduk ve gelişmekte olan kaslarımızı tekrar gevşettik. Neyse, uzun lafın kısası ve bu paragrafın özeti şu: meğer ben tüm eşyalarımı ne çok ama ne çok seviyormuşum, ne kadar bağlıymışım da hiç farkında değilmişim… Her şeysiz ve hiç bir şeysiz hissettim.
Ada’nın uyum süreci de var tabii bu duyguların içinde. Ada’nın aylarca eline almadığı ve hiç oynamadığı kimi oyuncaklarının, onlar olmadığında, onun için ne zaman ve nasıl ‘container’ haline gelmiş olduğu anlaşıldı. Koltuğun üstünde duran ve yata yuvarlana TV seyrettiği örtü buraya geldiğinde Ada’nın nasıl sevindiğini görünce, sanat terapisinde çok önemli bir kavram olan ‘contain’ etme özelliğinin, biz farkına varmadan bizi nasıl çevrelediğini öğretti Ada bana. Ada taşındığımız evle ilgili her detayı hatırlıyor. Tüm eşyaları tek tek sayıklıyor, oyuncak kutusunun en dibinde aylarca duran oyuncaklarını istiyor. “O İstanbul’da mı kaldı anne?” diyor. İlk başlarda “bizim evimiz yok mu?” diye sorduğunda, kararımızı sorgulatıyordu bana. “Ben onun adına karar verebilir miyim?” sorusuyla kendi tahakküm alanımı epey bir tarttırdı Ada bana. Babanın yokluğu da üstüne kaymak oldu tabii. Baba en güçlü ve derin ‘container’lardan. Bir sanat aktivitesinde babalarıyla gelen diğer çocukları görünce, ‘ben de babamı istiyorum’ diye tutturdu. Konuşsam da bu, o an yerine getiremeyeceğim bir talep… parka gittik ve dikkatini dağıttık. İşte bir başka kavram daha sanat terapisinden: ‘oyunla decentering’ veeee işe yaradı. Ada önce tatile geldik sandı. Bunun diğer tatillerden farklı olduğunu anlayınca da bir isyan dönemi, her şeye itiraz, bağırmalar, çığlıklar… İngilizce’ye tepkisi büyük oldu…elbette bu bir reorganizasyon dönemi olduğu için de yavaş yavaş kabullendi, güvenlik duygusunu yeniden kazandı ve sonra da her andan keyif almaya kaldığı yerden devam etti. Bu süreç içerisinde Saime ile çabamız ona ev duygusunu geri vermek yolunda oldu. Odasını düzenledik hep beraber birkaç kez, Türkiye’de kalan oyuncaklarından istedik, yanımızda getirdiğimiz oyuncak ve kitapları hep elinin altında oldu. Türkçe CD’ler ve beraber oyuncak alışverişleri… evde hep yemek pişirdim, bazen de birlikte yaptık Ada ile. Odasında piknikler yaptık... Çocukların uyum kapasitesi müthiş olduğu için, Ada şimdi yeni evini seviyor ve ‘an’ın keyfine vara vara yaşıyor. Araya İngilizce cümleler serpiştiriyor (çok güzel ve güçlü bir şekilde NO diyorJ…bazen diğer çocuklarla ne Türkçe, ne İngilizce uydurma bir dil konuşuyor, kendinden o kadar emin konuşuyor ki karşı taraftaki çocuk neden anlamadığına üzülüyorJ
Uzaklaşınca yıllardır sürdürdüğüm yaşamımdan, benim de bakış açım ve değerlendirmem değişti bazı olayları. Yazdığım gibi ‘container’ kavramı kafamda dönüp durdu. Arkadaşlarımın sıcaklığının beni nasıl sarmaladığını fark ettim. Böylece ‘benlik’ ve ‘kimlik’ kavramlarıyla sanki ergenlik çağındaymışım gibi yeniden karşılaştım. Kim söylemişti ‘insan kendini insanda tanır’ diye?…Benlik, çevreyle birlikte kimlikleniyor, bizimki gibi köklü bir yer değiştirmede, çevrede kişinin adına o kimliği ‘tutan’ (hold) ve ‘aynalayan’ kimseler kalmıyor… Ama elbette ‘benlik’siz kalınmıyor. Sadece sayfa yeniden yazılmaya başlanıyor, yeni insanlarla insan kendi duruşuna (presence) dair ve bu duruşun diğerleri üzerindeki etkilerine dair belki daha objektif veri topluyor, geri bildirim alıyor. Çünkü bu yeni duruş (presence) tarihsiz… ‘O (Sıfır)’ noktasından yazılmaya başlıyor. Bu da belirsiz bir süreç. Başı ve sonu yokmuş gibi hissettirdi bana bir ara. ‘Görelilik’ kavramı devreye giriyor. Kişisel tarihim dünyanın başka bir coğrafyasında gömülü, sıfır noktasında ise yeni dış dünyanın bir tarihi var. Bizim buluştuğumuz yerde ise yeniden bir tarih başlıyor. Katmanları çok taze bir tarih. Yani kişisel tarihle birlikte, içinde yaşanılan coğrafyanın da tarihi ‘container’ özelliği alıyor.
Son yıllarımda temas ettiğim tüm arkadaşlarımı çok özlüyorum (ki normal çevremden epey farklı, gittikçe genişleyen dalgalar halinde farklılaşmıştı bu temaslar son yıllarda). Benim için anlamlı olan beraberliklerim rüyalarımda sürüyor. İlginç rüyalarım da oldu, gördüğüm haliyle gerçekleşti rüyalar birkaç gün veya hafta içinde. Rüyalarım biliyor. Hatta bu rüyalar öyle bir hal aldı ki, onlara bilinç altının mesajları dememe bozulur oldular. Biz biliyoruz sen bize alt bilinç diyorsun diyorlar, hatta ‘unconscious’ sözüne daha da bir darılıyorlar. Biz senin ‘bilen’ haliniz, derindeyiz, bekliyoruz, sadece bize geçit ver diyorlar. Bu rüyalar bana haz veriyor, bazen yatmadan önce heyecanlanıyorum ve uykum kaçıyor. Dinliyorum, dağlardan mıdır nedir, tanımlayamadığım, içime doğru sarkacı uzadıkça uzayan bir hali var bu durumumun. Başka türlü bir bilme hali... derin bilme halimle nasıl daha çok bağlantıda kalabilirim?... Bu maili yolladıklarım arasında, cevabı bilenler var…Önerisi olan?
İşte gene yaptım, burayı anlatacaktım güya, tüm alet edevatın nasıl farklı olduğunu, evlerin Türkiye’deki kadar konforlu olmadığını ama dışarıdaki hayatın rahat ve stressiz olduğunu, bu hafta nasıl çok kar yağdığını ve herkesin buna çok şaşırdığını (Vancouver Kanada’nın Antalya’sı gibi, ılıman), bizim nasıl oynadığımızı, dağları, oksijeni, temiz suyu… “AKP’siz hayat, oh ne rahat!” mottomuzu… hayatın sadeliğini. ‘Alan’ (Space) temasını ( ki beni Istanbul’da en çok boğan şey alansızlık olmuştur, dış mekanda alan darlığı evde alan arayışına yöneltiyordu beni…). Neyse, bunları ve burayla ilgili daha fazlasını yazacaktım, gene kaydım içerilere doğru. Ya Songül, şöyle karpuz kavun muhabbeti yapsana diyorum kendime, takıl usul usul çanak çömleğe…fakat aklım ve ruhum bana hep oyun oynuyor. İkna edemiyorum. Şu kavanoz dipli dünyada ne dalıp dalıp da gidiyorum anlamıyorum.
Size benim için önem kazanan başka bir tema daha söylemiş oldum. ‘Alan’… Tam anlamıyla aslında SPACE demek istiyorum. Havada, karada her yerde SPACE var burada. Bu da müthiş rahatlatıcı. İnsanlar Türkiye’deki gibi gece gündüz çalışmıyor. Akşam 5 civarı herkes evde, ki bu bu bile fazla geliyor kimisine. Oksijen ciğerlerini şenlendiriyor insanın. Musluktan su içiliyor, su içmek için merasimle sipariş verilmiyor. Evden dışarı çıkınca rahat rahat yürünüyor, zaten North Vancouver ormanın içinde, yolun kenarında da yürünse, partiküller çarpmıyor suratına suratına insanın. Az yürümeyle şehrin her yerinde çocuk parklarına ulaşılabiliyor. Yeşile gitmek için arabalara atlayıp, CO2 gazı sala sala atmosfere, iki satır toprakla buluşayım telaşı yok. Her yer ağaç. Sincaplar, rakkunlar geziyor ortalıkta. Ama kırsal da değil, şehir yaşamı var burada. Her bölgede müziğin kulakları tırmalamadığı, sigara dumanının ciğerleri boğmadığı keyifli kafeler var. Biz Lynn Valley’deyiz, ki burası şehir merkezine 30-45 dakika mesafede. Dışarı çıkıp sosyalleşebildiğimiz, hem de kalitesi hiç fena olmayan altı-yedi tane kafe ve bilimum restaurant, hatta yürüme mesafesinde iyi de bir bar var. Haaaa….az kalsın unutuyordum. Tüketimi azaltmak ve okumayı artırmak amacıyla her semtte kurulmuş halk kütüphaneleri. Bizimki bizim eve 5 dakika yürüme mesafesinde. Çocuk kitapları bölümünde ne kadar çok kitap var ve aileler çocuklarıyla geliyor-ki biz de dahiliz bu gruba- çocuklar istedikleri gibi kitapları, CDleri karıştırıyor ve istediklerini seçip eve götürüyorlar. Yetişkinlere de müzik CD’leri, filmler, bol kitap var. Ama Ada o kadar çok kitap alıyor ki genellikle bize sıra gelmiyorJ Zaten tez hakkında makaleler okuduğum için roman, vs. pek vaktim olmuyor. Bir de bana alan bolluğu hissettiren Community Center’lar var. Bizim halk evleri projesinin modern uygulaması gibi düşünülebilir. Çok uygun ve ulaşılabilir fiyatlara, sanat atölyeleri (sunulan yelpaze resim kursu, müzik kursunun ötesinde bir anlayışa sahip), spor, seminerler, kişisel gelişim, yoga, meditasyon,…. Burada insanın ‘spiritüel’ olmasından doğal bir şey yok. Bizim pragmatik Türkler dışında insanın “S” halini yadırgayan da yok, özellikle otantik Kanada’lılar ve sonradan Kanada’lı olanların çocukları S halimize seslenen çok sayıda olaya dahil oluyor. Çok Çin’li olması ve çok yerli Kanada’lı olması buna çanak tutuyor. Ama sunulanlara Sufizm de dahil. Rumi diye bilinen Mevlana’nın felsefesi çalışılıyor. Sufizm’i sadece Mevlana’dan ibaret sansalar da, İngilizce çevirilerini büyük keyifle okuyan insanlar mevcut. Bu gruba da daha çok Ermeni’ler ve İran’lılar giriyor. Vancouver’da Humeyni rejiminden kaçmış hatırı sayılır bir İran’lı nüfusu mevcut. Hemen hemen hepsi de Türkiye’nin dağlarını aşarak kaçmışlar, aynı Persepolis filmindeki gibi. Ama elbette buradakiler başarmışlar.
Çok İran’lı ve Ermeni olduğu için kahvaltılık malzeme bulmak sorun olmuyor. Yalnız sebze çok pahalı, lokal üretim yok gibi bir şey. Ben ısrarla pişiriyorum sebze, biliyorsunuz sebzesiz yaşayamam.
Reorganizasyon ve geçiş sürecimizi yumuşatan en önemli etkeni paylaşmadan edemeyeceğim. ‘Yardım’. Hem buraya bizden evvel gelmiş Türk’lerden, hem de diğer insanlardan aldığımız destek müthiş oldu. Öyle bir hal aldı ki, keşke İstanbul’dayken de böyle yaşayabilseydik diye düşündüm. Bu da bir başka tema. Gelen yardım ve destek bize ilaç gibi geliyor. Vancouver sayfasına temiz harfler düşüyor. Biz de, yardım istemeyi öğrendik... İstemediğimiz zamanlarda bile yardım geldi. Çünkü gelen yardımı minnetle karşıladık, teşekkür ettik, tevekkül getirdik. İnsan, insanın halinden anlar mı? Evet, derim bir çırpıda. Bir şeye ihtiyacını var mı? Ya da ‘let me know if you need anything’ en sık duyduğumuz cümleler oldu ve duymak bile yetti bazen.
Şimdi artık düzenimiz oturdu, temel ihtiyaçlarımızın tamamını karşılayacak haldeyiz. Bundan sonrası kendimizi hoş tutmak ve uyum sürecinden, entegrasyon sürecine uzanmak olacak. Ben daha aktif bir halde buradaki yaşama dahil olmak istiyorum. Profesyonel hayatın dinamiklerini anlamaya çalışıyorum. Burada Erickson College diye bir okulda ‘Outcome Oriented and Systemic Coaching’ eğitimi alıyorum, Ocak sonunda bitiyor. Gestalt ve Expressive Arts Therapy kadar tutkulu hissetmiyorum ama pratik ve ayakları yere basan bir yaklaşım. Bir yandan da Expressive Arts Coaching, Consultancy and Education kapsamında tezimi yazmaya başladım. Ha tabii bir de coaching müşterilerim var, çoğu İstanbul’dan, ama burada da iki müşterim var şimdilik. Daha aktif bir çalışma hayatını özlüyorum, yeni kazandıklarımla, yeni deneyimlerimle kendime profesyonel hayatta yumuşak bir yer açabilir miyim diye meraktayım. Niyetim, çabalarım bu yönde. Ekip çalışmasını özlüyorum, beraber ortaya manalı çalışmalar çıkarabileceğim ortaklıklar hayal ediyorum. Daha sık bir frekansta değer üretmeyi ve paylaşmayı arzuluyorum.
Bitirirken, Vancouver’ın çok makbul bir iki özelliğinden daha bahsedeyim. Burada belediye otobüsüne binip, yarım saatte plaja, yine aynı şekilde dağa kaymaya gidilebiliyor. Bütün günü plajda yayılarak geçirirken, çocuklar hemen arkadaki parkta oynayabiliyor. Şanslıysak, bir iki fok da ziyaretimize geliyor, martılar ve kargalar pek insancıl, pikniğimize ortak oluyor. Doğa her yerde cömert, güzelliğini hiç esirgemiyor. Vancouver gördüğüm tüm yerlerin arasında, doğayla şehrin nasıl kaynaşabildiğinin, birbirini hoş tuttuğunun en güzel örneği. Kasaba hayatına mahkum olmadan, şehrin sunduğu kültürel ve sosyal etkinliklere katılarak, hafta sonu şöyle bir ormanda yürüyüşe çıkayım derseniz, buyurun salonda çift yataklı bir kanepemiz var.
Subscribe to:
Posts (Atom)